Köyüm Kimsorla ilgili bu kitabı
yazacağımı bende aklımdan
geçiremiyordum. Herşeyden önce,
toplumun genel sorunları dururken,
bir küçücük köy hakkında yazmak,
ilk bakışta akla yakın gelmeyebilir.
Eğer köyümü tanısaydım, bu kitabı
yazmayı gerekli görmezdim. Tam da bu
noktada kendimi zorunlu gördüm.
Küçük sorunları, doğup büyüdüğümüz
toplumu tanımadığımız için, büyük
sorunları da anlıyabilecek düzeyi
yakalıyamıyoruz.
Bir ağacı tanımadan, bir ormanı da
tanıyamayız. Ağacı tanımak için
köklerini, gövdesini, dallarını ve
yapraklarını tanımalıyız.
Ağacı bütün yanlarıyla tanıdığımız
ölçüde, ağacın ormanla ilişkilerini,
ağacın çevresiyle ilişkilerini
görmeye başlarız. Küçük bir parçadan
büyük bir parçaya doğru adım adım
öğrendikçe, bütünü kavramış oluruz.
Bütün kavranıldığında, sorunları
çözme yöntemi de kolaylaşır.
Bu yüzden konuya önce kendi
gerçekliğimden başlamalıyım. Belirli
bir toprak parçasında ve belirli bir
toplumda dünyaya geldim. Bu yer de
Kımsor köyüdür. Kımsorda ve
Kımsorlu da belli bir ülkede, o
ülke üzerinde yaşayan belirli bir
halkın parçasıdır. Kımsoru tanıdığım
ölçüde kendimi, halkımı ve ülkemi
daha iyi tanımış olurum.
Yıllarca ülkemden ve halkımdan uzak
kaldım. Uzak kalınca bazı gerçekleri
öğrenme imkanım da olmadı.
Öğrendiklerim de baş üstü duruyordu.
1982 yılında Viyanada yaşlı bir
Avusturyalı ile aramızda bir
ko- nuşma geçti.
O
güne kadar gerçeklerden uzak,
ayakları yere basmayan, hayal
dünyasında yaşayan biri gibi
sorunlara yaklaşırdım. Yaşlı adamla
aramızda geçen konuşmalardan sonra,
ilk defa yere düştüğümü farkettim.
Şimdi yaşlı adamla aramızda geçen
konuşmayı, sizlere aktarıyorum.
Yaşlı
adam : Nerelisin?
Ben
: Türkiyeliyim.
Yaşlı
adam : Türkiyenin neresindensin?
Ben
: Türkiyenin
doğusundanım
Yaşlı
adam : Yani Kürtmüsün?
Ben
: Evet
Yaşlı
adam : Niçin başında Kürt olduğunu
söyleyemedin?
Ben
: Bunu gerekli görmedim.
Yaşlı
adam : Kürt olduğunu söyleyemediğine
göre
Kürdistan diye
bir yerde bilmezsin?
Ben
: Duydum, fakat sorunum
Kürtlük değil.
Yaşlı
adam: Sorunun nedir peki?
Ben
: Demokrasi
Yaşlı
adam: Kürtlerin mücadelesi
demokrasi değil mi?
Ben
: Demokrasinin yalnızca
bir küçük parçasıdır.
Yaşlı adam söylediklerime anlam
vermedi. Kendisi Kürt ve Kürdistan
üzerine anlatmaya başladı..
Mezopotamyada kimlerin yaşadığını,
Kürdistanın kimler tarafından
bölündüğünü v.s. O güne kadar hiç
duymadığım, bilmediğim konuları
anlattı.
Kısacası, yaşlı adam, bana güzel bir
tarih dersi verdi. Ben sorunu
yalnızca işçi sınıfının bakış
açısından genel doğruları söylerken,
Kürtler ve Kürdistan hakkında somut
bir bilgiye sahip değildim.
Tartıştığım kişi, sosyalist
olmamasına rağmen, ülkemi benden
daha iyi tanıyordu.
Devrimci düşünceleri benimsememe
rağmen, Kürt sorunu kafamda
netleşmemişti. Bu kelimeleri ifade
edenleri de milliyetçiler diye
suçlardım. Yabancı birinin ülkemi
benden daha iyi tanıması, beni
utandırmıştı. Kendi kendime bu adam
bu kadar bilgiyi nereden
öğrenmişti? diye sordum. Türkiyede
biz de okullarda tarih okuduk.
Fakat, bu adamın anlattıklarının hiç
biri, okuduğumuz tarih kitaplarında
yoktu. Ayrıca devrimci çevrelerde
Kürtlerle ilgili, böylesine somut
konular hiç tartışmamıştık.
Türkiyede Kürt ve Kürdistanla
ilgili her şey tabu. Bu tabuları
yıkmadan, bu düşünceleri
öğrenemezdik. Devrimciliğin
çerçevesini de bu yasaklar
belirliyordu. Kürdistana sömürge
bir ülke demek, her babayiğidin işi
değildi.
1978 yılında, dört arkadaşla sağlık
emekçilerinin çıkardığı afişleri,
Eyüp hastahanesinin çevresindeki
duvarlara yapıştırıyorduk. Ansızın
polisler tarafından dört kişi
yakalandık. Arkadaşlardan ikisi Türk
ve biri ise bizim yöreden bir köylü
idi. Bizi en yakın Eyüp karakoluna
götürdüler. Karakoldaki komiser, tek
tek ifademizi aldı. Sorgulanan
kişilerin arasında bir tek dayak
yiyen ben oldum.
Karakoldakilerine göre, tehlikeli
olmamın başlıca nedenleri şunlardı:
1-Kürt olmak.
2-Tuncelili olmak.
3-Gecekondularda oturmak(onlara göre
buralar kurtarılmış bölgedir)
.
4-Üniversiteli olmak.
Her ayrı özellikten dolayı, bana
dayak atıyorlardı. Egemen güçler o
dönemde tehlikenin nerden geleceğini
fark ediyorlardı ve ona göre
davranıyorlardı.
Düzene alternatif gibi görünen
kuruluşlarda, Kürtleri hep yedek
bir güç gibi görüyorlardı. Kim
politika yapacaksa, Kürtlerin
desteğine ihtiyaç duyardı. Devrim
gerçekleştiğinde, Kürtlerinde nasıl
olsa sorunları çözülürdü. Kimsenin
aklına gelmezdi, ya Kürtler ayağa
kalkarsa biz ne yapmalıyız diye
düşünmüyorlardı. Bu noktadan
itibaren siyasetçiler politika
üretemiyorlardı. Gerçeklerin
gerisinde kalıyorlardı.
Bu dünyada Kımsorlu olmak veya
Kürt olmak ya da Kürdistanda
dünyaya gelmek suç mu? Niçin
Kürtler potansiyel suçlu gibi
görülüyor ve inkâr ediliyorlar?
Dünyanın bütün sorunlarına kafa
yorduğumuz halde, kendi halkımız ve
kendi ülkemiz hakkında konuşup
yazamıyoruz.
Kendi gerçekliğimizi kavramadan;
Türkiyeyi, Latin Amerikayı, Çini,
Vietnamı ve dünyayı nasıl
anlıyabiliriz ki ?
Bir işe başlarken, önce kendi öz
gücümüzü esas almamız gerekir. Kendi
gücümüzü bilmemiz için de kendimizi
tanımalıyız. Sorunları doğru
tahlil etmenin en basit yolu da
burdan geçer.
İNSANIN
KENDI ÖZÜNDEN UZAKLAŞMASI
Yazıya başlarken, bütünü iyi
anlıyabilmek için, onun parçalardan
oluştuğunu söylemiştik. Ayrıca bu
parçaları oluşturan ortamı da
tanımalıyız. Her canlı varlık kendi
şartlarında gelişir. Onu yetiştiği
büyüdüğü ortamdan alırsanız, ya
canlı varlık kurur; ya da, yeni
şartlara ayak uydurur. Bu da yeni
bir durumdur. Biz Insanlar da
doğduğumuz topraklarda ve
toplumlarda gelişiriz. Bulunduğumuz
ortamdan koparılıp, başka bir ortama
ve başka bir kültüre girersek, kendi
öz gerçekliğimizden uzaklaşmış
oluruz. Kendi halkımıza ve kendi
toplumumuza yabancılaşmış oluruz.
Bulunduğumuz şartlardan koptuğumuz
içinde bunalımlara sürükleniriz. Ne
kendimize ne de başka toplumlara
yararlı olabiliriz. Düşünce ve
pratik arasındaki kopuş hızlandıkça
kişilik buhranı(depression) ile
karşı karşıya kalırız.
Egemen güçler öylesine bir sistem
kurmuşlar ki, her şey aleyhimize
işliyor. Bu sistemde ürettiğimiz
değerler, dönüp gene bizleri
yokeden silahlara dönüşüyor. Dönen
bu çarkın dişleri arasında un gibi
öğütülüyoruz.
Ilkokula başlar başlamaz anamızdan
öğrendiğimiz dili unutmaya,
küçümsemeye, zamanla anamızı,
ailemizi, insanlarımızı ve giderek
halkımızı hor görmeye başlıyoruz.
Ilkokuldan itibaren, sopayla veya
diğer baskı yöntemleriyle Türkçe
öğrenmeye başladık. Evde, dışarda,
Kürtçe konuşan arkadaşlarımızı,
öğretmenlere ispiyon ederdik.
Okullarda öğrendiğimiz eğitimle
birlikte, doğal yaşantımızdan
kopmaya başladık ve özümüzden kopma
sürecine girdik.
Daha sonraki okul yıllarında tamamen
başka toplumların bir bireyi
olduğumuzu söyleyerek, kendi
toplumumuzu hor görmeye başlıyorduk.
Kendi gerçekliğimizden kopan
bizler, savrulan toz parçaları gibi,
şekilsiz cansız varlıklar gibi ordan
oraya sürüklendik. Bu noktadan
sonra yaşadığımızın farkında bile
değiliz. Yaşadığımız yaşam, bize ait
olmıyan bir yaşam tarzıdır. Çünkü
biz, biz değiliz artık. Her şeye
duyarsız, duygusuz bir varlık
olmuşuz.
Kendi yaşamımdan gerçek bir olayı
anlatmak istiyorum.
1966 yılında köyde Ilkokulu
bitirmiştim. Öğretmenimin
zorlaması sonucu babam beni,
Istanbuldaki amcamın yanına
gönderdi. Amcam
Hüseyin beni Eyüp Ebussut
Ortaokuluna kaydetti. Dursun
Çınarda
oğlu
Ekrem`i aynı okula yazdırmıştı.
Okulun açılmasıyla Ekremle ilk
karşılaşmamızda birbirimize caka
atmak için, Türkçe konuşmak istedik.
Konuştuğumuz Türkçe öylesine bozuktu
ki çevremizdeki öğrenciler bizimle
alay etmeğe Kuyruklu Kürt,
Kuyruklu Kürt diye takılmaya
başladılar. Ilk defa yabancı bir
ülkede olduğumuzu farkettik.
Ikimizde çok şaşırdık. Ben ve
Ekrem, onlara karşı güçsüz olduğumuz
için, bir şey yapamıyorduk. Onlarla
uğraşmaktansa birbirimizle kavga
etmeyi seçtik. Gün boyu kavga ettik.
Her karşılaştığımızda, ben onun
kuyruklu olduğunu, o da benim
kuyruklu olduğumu ispat etmeğe
çalışırdı. Tenefüslerde kağıtlardan
yaptığımız uzun kuyrukları
birbirimizin arkasına bağlamak için,
haince pusular kurardık. Kimin
gerçekten kuyruklu olduğunu
ispatlamaya çalışıyorduk. Aklı
başında bir öğretmen çıkıp demezdi
ki; Çocuklar neden kavga
ediyorsunuz diye..
Allaattin adında bir Türkçe
öğretmenimiz vardı. O bizim
Türkçeyi iyi bilmediğimizi
farketmişti. Bu yüzden her Türkçe
dersinde, okuma parçasını bana veya
Ekreme okuttururdu. Biz
Türkçeyi, Kürtçeleştirerek
okurduk. Bu yüzden de bütün sınıf
kâhkalara boğulurdu. Hocamız bize
bilerek okutturuyordu. Hocanın
birinci amacı; bir an önce Türkçe
öğrenmemizi sağlamaktı. Ikinci amacı
da, sınıfta, Türkçe bilmemenin ne
kadar ilkel olduğunu ispatlamaktı.
Burdaki anlayışa göre, Kürtler madem
ki Türk, kendi dillerini neden
öğrenmiyorlar. Bu ırkçı eğitim
anlayışıydı. Ana dillimizde eğitim
yasaklandığı gibi, ayrıca derslerde
diğer halkların dillerini hor görme
anlayışı da aşılanıyordu. Öğretmen
ne yaptığını çok iyi biliyordu.
Çocuk yaşta bu utanç çemberinden
kurtulmak için, var gücümüzle
Türkçeyi öğrenmeye çalıştık.
Türkçeyi öğrendikten sonra, kimse
bizimle artık Kürt diye alay etmedi.
Çünkü Türk olmayı başarmıştık.
Her insanın en doğal hakkı, kendi
ana dilinde eğitimdir. Pekâla biz
Kürtler, niçin başka bir dilde
eğitim görmek zorunda bırakılmışız?
Başkalarının dilini bilmiyoruz diye
alay ediliyoruz?
Böyle bir eğitimden geçen bizler,
bulunduğumuz ortamda kendimizi inkâr
eden varlıklara dönüşmüştük. Kürt
olmada ne olursan ol. Sağcı da
olsan solcu da olsan, dinci de
olsan, yeterki Türk ol. Bu yüzden
kimimiz CHP li, kimimiz AP li ,
kimimiz sağcı , kimimiz dinci,
kimimiz solcu olduk. Hata aramızda
MHPliler bile vardı.
Kımsordan, ülkesinden kopup gelen
bizler. ayrı ayrı kişiliklere
büründük, ayrı ayrı şehirlere,
ülkelere dağıldık. Atalarımızın
yaşadığı
toprakların dışında, her çeşit yaşam
tarzını benimsedik. Okuduğumuz
okullar, yaşadığımız çevreler
değiştikçe, bizlerde daha güçlü bir
şekilde asimile olduk.
Yaşadımız toplumda, sosyal yapının
kötüleşmesi sonucu, ilerici
düşüncelere sempati duymaya, bu
düşüncelerin ışığında kendimizi
tanımaya çalıştık. Bulunduğumuz
ortamda mantar türer gibi örgütler,
partiler türemeye başladı. Bize
yakın olan politik örgütlerde yer
aldık.
Kendimizi tanımaya fırsat bulamadık.
Kendimizi tanımamızla ilgili herşey
yasaktı. Kendisini tanımıyan bir
insan, yabancı bir toplumda nasıl
sağlıklı düşünebilirdi ki?
Her şeyden önce kendimizi
tanıyabilmenin yolu, yaşadığımız
toplumda demokrasinin olup
olmadığına bağlıdır. Eğer
demokrasi yoksa, bilimi öğrenmek de
zorlaşır. Demokrasinin olmadığı bir
toplumda, insanın kendisini
tanıması, ifade etmesi de mümkün
değildi. Kendini tanımak istediğin
ölçüde var olan düzenle çatışmaya
başlarsın. Düzendeki yasakları
aştıkça, rejimin yüzünü tanırsın.
Doğduğun toprakları, yetiştiğin
ortamı tanımaya başlarsın. Halkını
tanıdığın oranda, gerçekleri
kavradığın oranda, düzene isyan
edersin.
Her toplumun kendine özgü dilleri
ve kültürleri vardır. Bizimde
kendimize özgü dilimiz ve kültürümüz
var. Bu özellikler bizim hangi
topluma ait olduğumuzu gösterir.
Biri kalkar da bu gerçekleri inkar
ederse, bilimi inkar etmiş olur.
Bilimi inkar etmek te insanlığın
gelişmesini engellemek olur.
1997 yıllının yazında Istanbulda,
bizim köyden, eski bir arkadaşla
karşılaştık ve sohbet ettik.
Arkadaşım o kadar ileri gitti ki,
Kürt olmadığını, Alevi olduğunu,
Alevilerinde öz ve öz Türk
olduklarını ileri sürdü. Aleviliğine
itiraz etmedim. Kendisini, ikimizin
konuştuğu dil nedir sorusuna
Kürtçe demeye zorlandı. Söylemek
istediğim şu ki, aynı toprak
parçasında, aynı kültürde dünyaya
gelmemize rağmen ve hatta aynı aile
kökeninden olmamıza rağmen,
arkadaşımın kendisini Türk olduğuna
inandırmasıdır. Insanın bu kadar
inkarcı olması, akla mantığa uygun
mudur?
Gençlerimize ve halkımıza seslenmek
istiyorum. Nerde olursanız olun,
nereye giderseniz gidin,
atalarınızın yaşadığı toprakları ve
o toprakta yeşeren kültürünüzü
unutmayın. Birbirlerinizle
bulunduğunuz alanlarda, birlik ve
dayanışma içinde olun. Istanbul gibi
bir kentte, düğünlerde, cenazelerde,
kederde ve eğlencede yanyana
geliyorsanız, sizi yanyana getiren
bu kültürün önemini kavrayın. Bu
insani bağlar kaybolursa, insanın
geçmişide olmaz. Geçmişi olmıyanın
geleceği hiç olmaz.
GUNDE KUMSURE
Yamaca kurulu köyüm
Kımsor.
Mezarlığı bekleyen
yaşlı ardıç.
Alnıma kondurduğun
öpücükler,
duruyor sade ve duru.
Damağımda, kani
Kureşin suyu.
Tenimde, kunkorun acı
sütü.
Kale sipinin
şefkati,
dolaşır üstümde....
Yaşarken, pembe
renkli bir alemde,
Avrupanın merkezinde,
sana ait her şey
durur içimde...
D.TASKIRAN
Kımsor, Dersim
bölgesindeki Nazımiye ilçesinin
Derova nahiyesine bağlı bulunan bir
dağ köyüdür. Nazımiyeden, yaya dört
saat uzaklıkta ve denizden 1950
metre yükseklikte bulunur. Köy,
yüksek dağların arasında, bir
yamacın üzerinde kurulu ve
geniş bir alana sahiptir.
Nazımiyedeki 32 köyün en büyük mera
alanı Kımsorundur.
Kuzeyinde: Civarik,
Germik, Melkis, Balık, Maskan,
Herdif köyleri
Güneyinde: Derova
nahiyesi, Haag köyü
Doğusunda: Mezra
Şiğan, Tari, Holhol
Batısında:
Koyser köyü vardır.
Kımsora bağlı dört
Mezra vardır. Bunlar:
Keşişan (Dağdibi),
Tümüşefkan, Pajgan, Gomaçetan
Kımsorlular Kurmancı
konuşurlar. Sonradan gelip köye
yerleşen Gomaçetanlılar Zazaki
konuşurlar.
Köyün en yakın dağı Kale Sipidir.
Burası aynı zamanda adakların
kesildiği ziyaret yeridir. Kale
Sipinin eteğinde Kej ormanı
vardır. Köyümüzün en büyük ormanı
Beziktir. Çeşitli ağaç türlerini
bağrında bulundurur. Köyün önemli
meraları: Teğkin ve Uskaledır.
Nazımiye ilçesinin eski ismi
Kızılkilise(Kısle)dir. Romalılar
döneminde kalmış bir kale vardır.
1938 Dersim katliamına kadar, Türk
hükümetleri bu bölgeye hakim
değildiler. Senenin 6-7 ayı
kıştır. 5-6 metre kar yağar.
Nuri Dersiminin Kürdistan
tarihinde Dersim adlı kitabında
Nazımiyede yaşayan aşiretler şöyle:
Arelan(Arıllı)
Kureyşan(Kureyşanlı)
Karsanan (Karsanlı)
Şeyhmehmedan(Şeyhmehmedeanlı)
Hormekan (Hormekli)
Kumsuran(Kımsorlu)
Lolan (Lolanlı
Maskan(Maskanlı)
Alan (Alanlı)
Burdaki
sıralamada Kumsuranlar, ayrı bir
aşiret olarak ele alınmıştır.
Kımsorun tarihi hakkında yazılı
belgelere ulaşmak mümkün olmadı.
Devletin elinde belgeler varsa da
bunlara ulaşamadık.
Ancak yaşlı
insanlarımızın, büyüklerimizin sözlü
anlatımlarına başvurduk. Akla yakın
düşünceleri bu kitapta toplamaya
çalıştık.
Araştırmalara göre, biz Dersimli
Kürtler önce Horasan göç etilmişiz.
Ortam yatışınca tekrar Horasandan
ana toprağımıza geri dönmüşüz.
Horasandan gelen atalarımızın
kökenlerinin nerelere dayandığını
değerli araştırmacı Mehmet Bayrakın
Aleviler ve Kürtler adlı eserinde
şöyle anlatılmaktadır.
Horasanın
tarihsel boyutu şudur. Özellikle
Osmanlı Devletinde Sünnilliğin,
Safevi (Pers) Devletinde Şiiliğin
egemen devlet ideolojisine
dönüştürüldüğü 16. yüzyıldan
itibaren başta Dersim olmak üzere
başlıca Alevi-Kürt yerleşim
bölgeleri bir yandan Osmanlının,
diğer yandan Safevilerin boy hedefi
ve saldırı alanı haline geliyor.
Çünkü milliyetlerden ve inançlardan
dolayı Osmanlı ile; milliyetlerinden
ve kısmen de inançlarından dolayı
Safevilerle çelişkiye düşüyorlar. O
aşamada Sünni Kürt beyliklerinden
önemli bir bölümü Osmanlı ile
anlaşmış (16. yüzyıl başları), küçük
bir bölümü de Safevilerin yanında
yer almıştır. Alevi Kürtlerin
bu ulusal ve inançsal çelişkisi
dolayısıyla her iki devlet de
başta Dersim olmak üzere
Alevi-Kürtleri hasım güçler olarak
görmekte, güvenmemekte ve onları ya
kendileri açısından işe yarar duruma
getirmeye çalışmakta, ya da iç
bölgelere sürerek
etkisizleştirmektedirler. Işte
Kürdistanda göç haritalarına
baktığımızda, özellikle bu yüzyıldan
sonra batıda Anadoluya, doğuda
Hindistana kadar Kürt göçlerini
görüyoruz. Her iki devletin baskı ve
zulmü sonucu kendiliğinden gelişen
göçlerin yanısıra, 16. yüzyılın
sonları 17. yüzyılın başlarında
Dersimden Horasana önemli bir
göçertme de Safevi Şahı I. Şah Abbas
döneminde yaşanıyor. Bu dönemlerde
Dersim, Safevi toprağıdır. Ünlü
Kürdolog Martin Van Bruniessen Ağa,
Şeyh ve Devlet adlı çalışmasının
Kuzeydoğu Irana (Horasan) göç
bölümünde özetle şunları söylüyor:
Iranın kuzeydoğu eyaleti kuzey
Horasanda bir kaç yüzbin Kürt
yaşamaktadır. Bazıları hala göçebe,
çoğu da yerleşiktir. il diye
adlandırılırlar. Buradaki aşiretler
üç grupta toplanmıştır. Şadlû,
Zafiranlû ve Keyvanlû. Kullandıkları
dil Kurmancidir. Kürtlerin
çoğunluğu Sünni olmasına karşın
onlar hala Şiidirler. Özgün
gelenekleriyle Çemişgezek diye
adlandırılan geniş aşiretlerden
gelmekteler. Çemişgezekliler buraya,
1600de Şah Abbas tarafından Özbek
ve Türkmenlere karşı sınır
korumaclığı için gönderildiler.
Kürdistandan gelmiş başka aşiretler
de vardı. Kabilelerden biri de
Hasanlûdur. Ve Hınıstaki Hasenan
aşiretiyle ilişkisi olduğu belli
oluyor.(a.g.e.,s.213-215)
Safevi şahları tarafından Kuzey
Horasana yerleştirilen ve kuzeydeki
Sünni Özbeklere ve Türkmenlere
karşı kullanılan Dersim kökenli bu
Alevi-Kürt aşiret topluluklarından
bir bölümü, savaş sonrası barış
aşamasında eski topraklarına geri
dönüyorlar, IşteHorasandan gelme
olayı budur. (a.g.e., s.73)
Horasandaki aşiretlere
baktığımızda, iki büyük aşiret
konfederasyonundan biri Zafiranlû
(Çemişgezek), diğeri Şadlûdur.
Birincisi Dersimiin Çemişgezek,
öteki Şadyan aşiretiyle
bağlantılıdır.
Şadiyanlılar oldukça geniş bir alana
dağılmışlardır. Bu yerler: Dersim
bölgesinde Mazgirtte, Erzincan
Refahiyede, Kiğide
Adana/Tufanbeylide Belbaşı,
Katarası, Altınova, Akçal
köyleri; Maraş/ Göksun, Düğünyurdu,
Göynük, Kutu köyleri; Maraş/Afsin de
Arıtaş/Incirli (Iunu) köyleri.
Şadiyanlılar Kurmancı konuşurlar ve
Alevidirler. Dersimden diğer
yörelere dağılmışlardır.
Kumsuranlar da Şadiyan aşiretinin
bir kolu-dur. Bazı kesimler
kendilerini Kımsorlu aşireti olarak
değerlendiriyorlar.
Dedelerimizin, Kımsora gelmeden önce
Mazgirt dolaylarında yaşadıkları,
Şadiyan aşiretinin bir parçası
oldukları bilinmektedir. Mazgirte
aralarındaki çelişkilerden dolayı
ordan ayrılmışlar ve önce
Seter yakınlarındaki Goma Zimeteke
gidip yerleşmişlerdir. Ordan da,
dedemiz Use Zere bugünkü Kımsora
gelip yerleşmiştir.
Uzun bir dönem Nazimiyede esnaflık
yapan, Kımsorlu Yusuf Ceylanın
anlatımlarına göre Kımsorun
tarihsel gelişimi aşağıdaki gibi
gerçekleşmiştir:
Bundan
yaklaşık 400 veya 500 sene önce,
USE ZERE adında bir dedemiz
varmış. Zimetek köyünde
yaşarmış. Ordan askere alınmış.
Şavaşlar nedeniyle uzun bir dönem,
tam yedi yıl boyunca askerlik yapmak
zorunda kalmıştır. Askerlik
süresince gösterdiği başarılar
nedeniyle bir takım başarı belgeleri
alır. Terhis olduktan sonra köyüne
döner. Askere gitmeden önce evinin
önüne bir dut ağacı dikmiştir. Ağaç
büyümüş ve meyva vermiştir. Uzun
askerlik döneminden sonra köyüne
döner ve evinin yanındaki dut
ağacının altında oturur. Köylüler
yanına gelirler ve ona derler ki :
Bu yer, artık sana ait değildir.
Devletin memurları buraya
geldiler. Evi ve araziyi başkasının
üzerine tapu ettiler. Use Zere bu
duruma sinirlenir. Onlara memurların
hangi istikâmete gittiklerini
sorar.
Use Zere kalkar memurların peşine
düşer ve onları Gaza Saviyan dağının
tepesinde yakalar. Orda memurlara
başından geçenleri, anlatır. Yedi
yıl askerlik yaptığını, aldığı
başarı belgelerini gösterir.
Memurlar onu dinledikten sonra
yaptıkları haksızlığı gidermeğe
çalışırlar ve ona derler ki :
Burdan bize işaret baş parmağınla
göster. Göstereceğin yerleri
senin üzerine tapu yapacağız.
Use Zere
baş parmağıyla Saviyandan
görebildiği şu yerleri gösterir.
Kavağe Gazeyi, Kunkoluka Sake,
Rastane, Çirkine, Gaza Res, Uskale,
Bere Salık, Deriya Zurun, Kevire
camiye, Kafe Ceme, Dara Use Mame ve
te Savyan.
Memurlar, Use Zerenin üzerine
gösterilen yerleri tapu
ederek, ordan ayrılırlar. Duyumlara
göre Use Zere Zimeteke tekrar geri
döner. Ordan bir yatak ve bir öküz
alır. Uzun bir yolculuktan sonra
hayvanı yorulur, olduğu yerde
yıkılır. Hayvanın durduğu yerde
kalır ve Kımsoru kurar.
Kımsorun o zamanki
adı PULE SOR
dur.
Zamanla
aşağı Kımsor 400 haneye ulaşır.
Kalabalık bir nüfüs barındırır.
Kımsorun etrafında farklı aşiretler
var. Onlar kurmanç olan Kımsorluları
sıkıştırıyorlar ve sürekli hakaret
ediyorlar. Bu baskılara dayanamayan
dört yüz hanelik köy dağılmak
zorunda kalıyor. Dağılan aileler bir
kısmı
HOLHOLa (Simdiki Kiği) , bir
kısmı AVARENa (Tercan), bir
kısmı CAREKANa
(Altınhüseyin) ve Varto taraflarına
doğru göç ediyorlar ve oralarda yeni
yerleşim bölgeleri kuruyorlar.
Aşağı Kımsor (ĞIRAVABUNE KIMSOR)
dağıldıktan sonra yukarı Kımsor
kalır.
Yukarı Kımsorda Mehemedanlar
sülâlesi egemendir. Diğerleri
dağılıp gitmiştir. Aşağı ve yukarı
Kımsorun nereye bağlı olduğunu tam
olarak bilemiyoruz. Duyumlara göre
Erzincana bağlı olabilir. Use
Zerenin toprakları büyüdükçe
çevredeki aşiretlerin saldırılarıda
artmaktadır. Kureşanlar Afacanlara
(Pajganın adı), Aryanlar ve
Karsanlarda fırsat buldukça sürekli
Kımsora saldırmışlardır.
Yukarı Kımsorda o dönemde şu aileler
kalıyordu
1- MEHEMEDANLAR
Bunların çoğunluğu Sakuliyanlardır.
Bugünkü Kımsorluların devamı olan
sülâledir.
2- ALANLAR ın yeri
Gomaçetudur
3- RESULANLAR da
Keşişte oturmaktadırlar.
Bunların çoğunluğu Averanlı ve Hasan
Efendinin torunlarıdır. Kımsoru
korumak, yeni haklar elde etmek için
oldukça mücadele vermişlerdir. Hasan
efendinin torunları Kımsoru işgal
etmek isteyen
aşiretleri mahkemeye
vermişler. Mahkeme Dıyarbakırda
görülmüş. Mahkemede bir takım
deliller göstermişlerdir. Bu
delillerin arasında Çetandaki
değirmenin yeri var. Derova ile
aradaki sınır çizgileri
gösterilerek. tapulu yerlerin
kimlerin üstünde kayıtlı olduğunu
ispatlıyorlar.
KEŞIŞANLAR: Bunlar
Hacı Mehmetin torunlarıdır.
Avran köyü, Hacı
Mehmetindir. Hacı Mehmet Kımsor
için çok çalışmıştır. Kardeşi ve
yegenleri vardır. Bunlardan biri de
Seferidir.
Duyumlara göre Kımsorun tapusu
Averanlı Hasan Efendinin
üstündeymiş. Hasan Efendi, Asağı
Kımsor dağılmadan önce, orda yaşayan
400 aileye tapularını vermiş.
Dağılmadan önce, aşağı Kımsor da
çoğunlukta olan Resulanlar ve
Mehemedanların tapuları vardır.
Diyarbakırdan bir heyet gelir ve
keşif yerlerini tespit eder.
Mahkemede gösterilen deliller
ispatlanınca, heyet yeniden
kararı verir. Asağı Kımsoru
aşiretlerden alır ve Kımsorlulara
tekrar geri verir. Gelen heyet
köyün ismini Pule Sur olarak
kayıtlara geçirmiş. Pule Sur
sonradan ismi Kumsur, daha sonrada
Kımsor olarak değiştirilir.
O döneme
kadar aşiretlerle Kımsorlular
arasında doğru dürüst bir uyumdan
bahsedilemez.
4-PAJGANLAR
(Mafacanlar) da Kımsorludur.
Aşiretlerin baskıları sonucu gidip
Cöneke yerleşmişlerdir. Daha sonra
bir kısmı geri dönmüştür. Kımsor her
zaman merkez olarak kalmıştır.
Use Zerenin sülâlesi şunlardır.
Mehemedanlar, Ibanlar, Mahmudanlar,
Alanlar, Resulanlar, Mafacanlardır.
Hepsinin soyları Use Zereye
dayanır.
Köyün tarihi ile ilgili başka
rivayetlerde var. Şadilli
aşiretinden kopan dedemiz, Seter
köyünde çobanlık yapar. Ordanda
Harige, Ğosum köyleri üzerinden
Teğkine gider. Ordanda bugünkü
Kımsora gelir, yerleşir. Köyün ilk
adı Mezra Sak diye geçer. Daha sonra
Kumsur olarak değiştirilmiş. Dede
Sakuli, Barav adında dul bir kadınla
evlenmiş. Kadının eski eşinden
bir oğlu varmış. Sakuliden bir kaç
oğul daha dünyaya getirmiş. Bunlar;
Ahase Sakuli, Sılıke Sakuli,
İvrahime Sakuli, Mamude Sakuli,
Aliye Sakuli vs.
Aşağı Kımsor ilk baba ocağıdır. Kısa
bir sürede üretim ve nüfus
hızlı bir şekilde gelişmiştir. Bunu
çekemeyen komşuları, aralarında
ittifaklar oluşturarak Kımsorlulara
karşı savaş açmışlardır. Bu tahminen
1830 yılları cıvarında olmuştur.
Karşı cepheyi oluşturan Karsan,
Areli ve Kureşan aşiretleri,
Kımsorluların oraya yerleşmesini
kabullenemediklerinden dolayı,
onlara karşı şavaş ilan ederler.
Yıllarca süren savaşlar sonucunda
aşağı Kımsor dağılmak zorunda kalır.
Bu dağılış Dersim hudutlarını da
aşar. Büyük bir kısmı Bingöl ili
Kiği ilçesine bağlı Holhol köyünü
kurarlar. Diğer bir kesimi
Erzincannın Tercan ilçesinin
Ağveren köyüne yerleşirler Diğer bir
kısmı ise Sıvasın Kangal ilçesine
göç ederler. Hatta şu anda
Eskişehirin Mihalliçık ilçesine
yerleştiklerine dahi tanık
olmaktayız.
Bu
ağır göç sonucunda tekrar araya
giren, hakem rolünü oynayan Çarekan
aşiretinden Şahhüseyin beylerin
girişimiyle, şu andaki yukarı Kımsor
kuruluyor. Tekrar kurulan Kımsor,
barış ve kardeşlik yuvası olmuştur.
Her türlü anlaşmazlıktan uzak, kendi
sorunlarını, kendi aralarında çözen
örnek bir köy olarak anılmaktadır.
Dışardan Kımsora gelip yerleşen
ailelerde vardır. Bunlar Hıdan, Mala
Üzere, Gomaçetan gibi. Hıdan;
Nazımiyenin güneyine düşen Areyan
aşireti mensuplarının yaşadığı bir
mezradır. Sakulinin çocuklarından
biri Hıdanlı bir kızla evlenir.
Hıdanlı Hemed isminde biri, eşeğiyle
Kımsora gelir, akrabasını ziyaret
eder. Kımsora giderken damadına bir
Loğ(Toprak damların
damlamaması için, yuvarlak
şeklinde yontulmuş ağır bir taştır)
götürmek ister. Loğ ağır olduğundan
eşeğine acır. Loğu kendisi taşır.
Onun için kendisine Heme Hér
lakabı takılır.
Kürtçede başa takılan örgülü fese
Kım denir. Sor ise yine
Kürtçede kırmızı olarak bilinir.
Böylelikle Köyümüzün adı Kımsor
olarak tarihi adını alır.
Dayatmalara rağmen direnişini ve
canlılığını korumakta kararlıdır.
Kendisine uymayan yakışıksız
sıfatları redetmektedir.
1960larda, devlet köyümüzün adını
Yayık ağıl (yayık yayanların ahırı)
olarak değiştirdi. Devlet, kürtçe
olan tüm isimleri türkçeleştirerek
asimile etmeği amaçladı. Fakat biz
Kımsorlular, köyümüzün adını
zihinlerimizden silmedik ve bu
ismi asla unutmıyacağız.
Nazımiye ilçesinde, Kürtçenin
Kurmancı konuşan tek köyü
Kımsordur. Bu niteliğinden dolayı,
Dımıli Zazaki konuşanlar Kımsora
karşı herzaman önyargılı
davranmışlardır. Kımsorlular
komşularıyla daima resmi bir tavır
içinde olmuşlardır. Kımsorun
dağılmasında dilin de belki önemli
bir rolü olmuştur. Dışardan gelen
azgın baskıya karşı, lehçelerini
unutmadan bu güne kadar, yarım
yamalakta olsa sürdürebilmişlerdir.
Bütün Kımsorlular istisna Zazakiyi
ikinci dil olarak benimsemişlerdir.
Ama buna karşılık komşu köylerimiz
zahmet edipte, bir tek Kurmancı
kelimesini öğrenmemeye
direnmişlerdir. Kımsorluların
Nazımiyedeki konumu, aynen
Kürtlerin Türkiyedeki durumunu
hatırlatmaktadır.
MEZARLIKTAKI YAŞLI ARDIÇ -
MERXA KUMSURE
Köy ve Mezraların en
güzel yerlerinde, köyün girişlerinde
mezarlıklar kuruludur. Kumsuranlar,
ölülerini, kendine yakın yerlere
gömerlerdi. Inançlarına göre,
ölenlerin ruhları yakınında olması,
saygının bir gereği idi. Eskiden
ölülerin değerli eşyaları, ölü ile
birlikte mezara gömülürdü.
Büyüklerimiz bizlere, mezarlıktaki
cinler ve perilerden o kadar çok şey
anlatırlardı ki, mezarlıkta yalnız
başımıza dolaşmaya cesaret
edemezdik.
En
önemli geleneklerden biri de, biri
öldüğünde kırkıncı günde ve her sene
ölüler için yemekler (madağ)
verilirdi. Yemekte, evin durumuna
göre zervet, şir, etli yemekler,
pilav, komposto ve helva ikram
edilir. Önce büyükler yemeklerini
yerlerdi, ellerini yıkarlardı. Daha
sonra çocuklar ve kadınlar yemek
yerlerdi. Büyüklerin artıklarını
çocuklara verirlerdi. Daha sonraki
yıllarda köyümüzün ileri
gelenlerinden Sait Efendi bu kuralı
değiştirdi.
Kımsorda mezar kültürü çok
zayıftır. Aradan bir kaç nesil
geçtikten sonra, kimse ölen
kişinin yerini bile bilmiyor.
Avrupada gezdiğim mezarlıklar sanki
bir gül bahçesi gibidirler.
Belediyeler özel ilgilenmektedirler.
Hatırladığım kadarıyla eski
insanlarımız ölüleri için perşembe
günlerinde mum yakarlardı, dua
ederlerdi. Köyde kimse kalmadığına
göre, bu gelenekte sanıyorum
unutulmuştur..
Kımsorun yolu çamurlu,
taşlı
Sevgililerin yürekleri
buruk ve yaslı
Kımsorlular ayrıldı ayrılalı
Mezardaki Çınarın gözü yaşlı....
Kimsorun kuruluşundan beri,
mezarlığımızın baş ucunda yaşlı bir
Ardıç (Merğa Mezele) bulunur. Bu
ağaçın Kımsorla yaşıt, hatta daha
yaşlı olduğu söylenir. Kımsorun
gerçek tarihini ancak o bilir. O
konuşmadıkça yeterli bir bilgi
sahibi de olamayız.
Yaz
sıcaklığında onun gölgesinde
oturmak, insana huzur ve rahatlık
verir. Köklerinden çıkan her damar
Kımsorda oturan ailelerin sayısını
bize verir. Yüz hatlarında yaşadığı
çile ve sabır okunur. Kocaman ve
muhteşem gövdesiyle toprağa sıkıca
sarılmıştır. Yılın dört mevsiminde,
atalarımıza ve bizlere, bir ana
kucağı kadar yakındır. Bizler
Kımsoru terk etmemize rağmen, yaşlı
ardıç, usanmadan topraklarımızda
bekçilik görevini yapmaktadır.
Yaşlı ardıç, evlatlarından uzak
olmanın acısını yüreğinde
duymaktadır ve bu yüzden öfkelidir.
Yaşlı ardıç evlatlarına seslenir:
Hani birbirimizi görmediğimizde,
yaşamın anlamsız olduğunu söylerdik.
Işe başlamadan önce, eteklerime
dokunur, dua eder giderdiniz. Ne
çabuk unuttunuz, beni ve ayaklarımın
dibinde yatan atalarınızı. Yaban
ellerde beyninizi mi yıkadılar?
Şunu unutmayın ki, tilki gider
dolaşır, kürkçü dükkanına geri
dönermiş. Siz benim çocuklarımsınız.
Mayanızda benden bir parça var.
Nereye giderseniz gidin, beklerim
yolunuzu. Ağlayan her ananın
yüreğine sorun, sizi ne kadar
sevdiğimi anlatır. Başka diyarlar da
kök salıp yeşeremezsiniz. Sizin
kökleriniz de benim gibi, burdaki
topraklara bağlıdır. Gerçek huzuru
ve mutluluğu ancak birlikte ve bu
topraklarda buluruz.
Merxa Kumsurdan yıllarca uzak
kalsak da, onu içimizden
söküp atmamız mümkün mü? O anaların
anası ve ataların atasıdır. Anasını
ve atasını tanımıyan biri ancak onu
unutabilir. Ölümden sonra, onun
koynunda yatarak, gerçek tarihimizi
öğrenebiliriz. Atalarımızın yaşadığı
toprakları tanımak, onları unutmamak
hepimizin arzusu olmalıdır.
Bunlardan habersiz yaşamak köksüz
bir ağaca benzer. Dışardan esen bir
rüzgarla her an devriliriz..
Devrilen ağaç çürümeye mahkumdur...
Insanlık tarihi
kadar, din tarihi de eskidir. Ilk
insanlar doğa ile sürekli içiçe
yaşadıkları için doğaya inançları da
o derece güçlüydü. Doğada
korktukları veya yararlı gördükleri
her varlığa inanmışlardır. Çok
tanrılı dinlerden, günümüzdeki tek
tanrılı dinlere gelinceye kadar,
dinler de sürekli değişime
uğramışlar. Ilk insanlar doğada
avlanırken korktukları hayvanları
kutsamışlar. Yerleşik topluma
geçtiklerinde doğaya, güneşe, aya ve
yıldızlara inanmışlardır.
Biz Kımsorlu Kürtlerde bugüne kadar
halen, eski dini inançlarımızı
sürdürmekteyiz. Güneşe, ateşe,
dağlara inanmaktayız. Bu inançlar
Zerdüşt dinine aittir. Zerdüşt,
Atalarımız Medlerin bir
peygamberidir. M.Ö. 660-583
yıllarında yaşamıştır. Zerdüştlüğe
göre halk ışığa, ateşe, suya,
toprağa, rüzgara ibadet eder. Ibadet
olarak kurban keserler. Tapınaklar
yerine, kurbanlarını yüksek dağ
başlarında sunarlar. Zerdüşt
inançlarına göre sabahları yönümüzü
güneşe çevirir dua ederiz. Güneş
canlılığın ve yaşamın kaynağıdır.
Ateşte, güneşin yer-yüzündeki
sembolüdür. Ocaktaki ateşi hiç bir
zaman söndürmeyiz.
Ateş kötülüklerden
korunmak için sürekli yanar. Ateşin
sönmesi ailenin sönmesi anlamına
gelir. Zerdüşt dini, aynı zamanda,
kötülüklerle mücadele etmek için,
çalışmak gerektiğini bize öğretir.
Kımsorlunun en belirli
özelliklerinden biri, kendisinin
yarattığı örf adet ve geleneklere
sıkı sıkıya bağlı olmasıdır. Öyleki
kendi lokal tapınak ve ziyaretlerini
kendileri yaratmışlardır.
Yöremizdeki bazı dağlar kutsal
bilinir, ziyaret edilir kurbanlar
kesilir. Kımsordaki önemli
ziyaretler Kale Sipi ve Hızıre
Kumsuredır. Bütün bunlar gösteriyor
ki, Kımsor halkı, çevresinde
çoğunluk teşkil eden diğer aşiret
veya kabilelerden uzak durmak için,
ayrı inançlar yaratmıştır. Kendisini
eritmek, yok etmek isteyen baskıcı
güce karşı bu yöntemi seçmek zorunda
kalmışlardır. Onun için Kale Sipiye
yapılan bir adak veya kurban büyük
sevap sayılır.
Düzgün Baba ve Sülbüs gibi
ziyaretlere de giderlerdi. Bu
ziyaretlerden alınan topraklar
Teberik (Teverık) olarak saklanırdı.
Suya konulup, hastalara suyu
içirilir. Içilen su hastalara sifa
verirdi.
Islam dininin kabul edilişinden
sonra, M.S. 13.y.y Horasandan
göç eden Goran Kürt aşiretlerinin
(Kureyşan, Bamasuren)
aracılığıyla Alevilik Dersim
bölgesine girdi.
Alevilik Hz Alinin taraftarlarının
benimsediği mezheptir. Hz Alinin
camide katledilmesinden dolayı, bir
haksızlık olmuştur. Bu haksızlığa
karşı çıkan, bizim gibi mazlum
halklar Hz Aliye sahip
çıkarak, onun yolunu, kendi
eski dinleriyle birleştirerek,
kendilerine özgü bir din
benimsediler.
Dini inançlarımızda
insana değer verilir. Zalime karşı,
mazluma sahip çıkılır. Kımsorlular,
dini bilgilerini Pirler aracılığıyla
öğrenirdi. Pirler, köyde düzenli
tâliplerini ziyaret ederler ve
onlara Alevilik yolunu anlatırlardı.
Onlara gelecek ile ilgili
düşünceler anlatırlardı ve Cem
bağlarlardı. Pirler veya dervişler
tarafından ip (Bend gıredın)
bağlanırdı. Iplerin manevi tedavi
kuvvetine inanırlardı.
Yılbaşında gağan kutlanırdı.
Hiristiyanlarda Noel bayramı diye
geçer. Anadoluda yaşayan halkların
ortak bayramıdır. Durumu iyi
olanların, mallarını yoksullarla
paylaşmasıdır.
Alevilerin inançlarında, Hızır orucu
da önemli bir yer tutar. Her yıl 13
şubatta, Hızır için üç gün oruç
tutulur. Bu üç gün süresince, bazı
genç kızlar su içmezler. Rüyada
kendilerine su verecek gençle
evleneceklerine inanırlar. Oruçtan
sonra (Kavut) buğdaydan yapılmış
unu, bir kap içerisinde en yüksek
yere indirirler. Çevresinede
mumlar yakarlar. O gece Hızırın
işareti beklenir. Rivayetlere göre
içi temiz olanın evine Hızır
gelerek, kavuta parmak basar ve o
eve bereket getirmiş olur. Sabah
olunca da kavut, yağ ve balda
pişirilerek komşulara dağıtılır.
Bayram şeklinde kutlanır.
Hz, Hüseyinin kerbelada sehit
düşmesinden dolayı 12 imam orucu
tutulmaktadır.Bu süre içerisinde
hayvansal hiç bir şey yenilmez. Su
içilmez. Kan dökülmez. Akşamdan
akşama, 24 saate bir yemek yenilir.
12.ci günden sonra kurbanlar
kesilir ve aşure yapılır. Aşureye
oniki çeşit meyve konulur. Bayram
kutlanır, kurban ve aşure dağıtılır.
Alevilerde sünnet, misayiv,
kirvelilik gibi kurumlar da
önemli yer tutar. Kirvelik
(Kiriv) : Aileler arasında güven ve
samimiyet sonucu dostluklar kurulur.
Kurulan dostluklar kirvelikle
pekiştirilir. Kirvelik, bazende
aileler arasındaki anlaşmazlıklara
son verilmesi içinde kurulur. Her
ailenin hemen hemen bir kirvesı
vardır. Kirvelik kutsal bir bağdır.
Kardeşlik bağından daha önemlidir.
Kirveliğe ihanet günah sayılır.
Kirveler arasında kız alıp verme
yoktur. Toplumda birbirlerini
kollarlar. Sünnetlerde kirve davet
edilir. Kirve, sünnet edilen çocuğu
kucağına alır ve hediyesini takar.
Eskiden kirvelikte 12 Kuruş
takılırdı. Daha sonra yerini çeşitli
hediyelere bıraktı. Kirvelik ömür
boyu devam eder.
Alevilere Kızılbaşda denilmektedir.
Aleviler tavşan etini yemezler. Ari
inançlarına göre tavşanın ayakları,
tek ve yarıklı olmayışıdır. Ayrıca
korkak bir hayvan oluşudur. Korkak
hayvanların avlanması mertliğe
yakışmıyan bir davranıştır.
Alevilik ile Şiiler arasındaki
farkta, camiye gidip gitmeme
şeklindedir.
Alevilerde tek evlilik esas
alınırken, Islamdan ayrılan en
önemli noktadır. Ikinci evlilik bir
zorunluluk sonucu olur. Pir ve
mürşit karar verir Alevilikte kadına
değer verilir.
Alevilik ile Bektaşilik arasındaki
fark ise, Bektaşiliğin devlet
tarafından ıslah edilmesidir.
Ekonomik ve topumsal sorunların
derinleşmesi ile Kımsorlular
başka alanlarda yaşam kavgasını
sürdürmeye başladılar. Yerleştikleri
bölgelerde yeni düşünce ve inançlar
benimsediler. Eski dini inançlarını
terkettiler. Bingöl çevresine
yerleşen Kımsorlular, Sünni
mezhebini geçtiler. Büyük şehirlere
giden Kimsorlular, köydeki dini
inançlarından vazgeçerek
bulundukları ortamlara ayak
uydurdular.
KIMSORDA DÜĞÜNLER
Kımsorlularda çevre komşu
köylerden kız alma, verme geleneği
yok denecek kadar azdır. Bu
tutuculuk yüzünden, köyler arası
ilişkiler düzelmemiş ve köy
yeniliklere kapalı kalmıştır.
Düğünlerin özel bir önemi vardır.
Düğünler, üç gün, üç gece sürerdi.
Düğünlerde davul zurna çalınır.
Govend oyunları oynanır. Ziyafetler
verilir. Damat tarafından bir grup
insan, kız tarafına gider. Köye
girişte havaya silahlar atılır.
Düğüncüler, o akşam orda konaklar.
Allahın emri kıyılır ve şerbet
içilir. Akşam kız ve oğlana kına
(henne) yakılır. Ordaki
bütün masrafları kızın ailesi
karşılar. Ertesi gün gelin ata
bindirilir, yanında kendisine bir
bayan (bervi) refakat eder.
Kıza ait eşya (Çeyiz) birlikte
alınır. Kızın ailesinden biri, kızla
birlikte gider. Gelin
eve getirildiğinde, at sırtında
kapının önünde durdurulur. Damat
sağdıçla kolkola evin damına çıkar.
Damat bir mendille ağzını kapatarak,
sağ eliyle bir elmayı üç defa
salladıktan sonra, gelinin başına
nişan alır, atar. Arkasından bir
tabak üzüm, meyve ve ufak para da
gelinin başına serpilir. Orda
bulunan seyirciler atılanları almak
için birbirleriyle boğuşur. Damat ve
sağdıç aşağı iner. Indiğinde,
geleneklere göre kendilerine dayak
atılır. Gelin attan inmez; ta
ki kayınbabası gelipte, geline
herhangi bir hediye verinceye kadar.
Gelin damadın evine girdiğinde
kapının eşiğine konulan kaşığı
kırar. Uğur getirir diye söylenir.
Evlenen gençler bir
hafta gözükmez. Daha sonra anne ve
babaya giderler, ellerini öperler.
KIMSORDA ÜRETİM
1970 öncesi dönemde, köylülerin
büyük çoğunluğu kendi toprakları
üzerinde yaşıyordu. Üretim biçimi
esas olarak feodaldı. Feodal üretime
rağmen, Kımsorda ağa, bey v.s gibi
kurumlar yoktu. Üretim en ilkel
yöntemlerle yapılır. Her aile
kendisine ait toprak parçasında
çalışır. Ailede sözü geçen erkektir.
Kadınlar ve çocuklar bu kuruma
itaat etmek zorundalar. Erkekleri
olmayan ailelerde kadın bu boşluğu
doldurmaktadır. Köylülerin
kendilerine ait toprak parçasına
sahip olması, aynı zamanda
bireyciliği de geliştirmektedir. Her
aile bir kapalı kutu gibidir.
Birbirleriyle dayanışmaya girerken,
güçlü aileler her zaman avantajlı
konumlarını sürdürmekteler.
Köylüler kendi tarlalarında en ilkel
yöntemlerle çalışırlar. Öküzle çift
sürmekte, Katırla yük
getirmektedirler. Bu araçlara sahip
olmayan kişiler, kendi gücüne
güvenmek zorundadırlar.
Hayvancılık fazla gelişkin değildir.
Her ailenin bir kaç büyük baş
hayvanı ve 10-15 küçük baş hayvanı
vardır. Bu da ancak ihtiyaçlara
cevap verebilir. Bazı ailelerde bu
da yoktur. Kış şartları beş ay karlı
geçtiğinden, köylüler hem kendi
ihtiyaçlarını, hemde sahip olduğu
hayvanların ihtıyaçlarını
tedarik ederler. Insanlar,
kendilerinden çok hayvanların
ihtiyaçları için çaba
harcamaktadırlar.
Köylüler, en temel ihtiyaçlarını
ekmek (nan), ayran (deu), çökelek
(turak), yağ (run) v.s. kendi
imkânları oranında
üretiyorlardı Geri kalan
ihtiyaçlarını, çay, şeker, elbise
v.s gibi ihtiyaçlarını da para
karşılığında satın alırlardı. Para
da, ancak gurbette çalışan kişilerde
bulunurdu. Üretim fazlası olanlar,
ürettiklerini satarak önemli
ihtiyaçlarını satın alırlardı.
Devletin, ekonomik alanda
köylülere hiç bir yardımı
olmamıştır. Üstelik her sene düzenli
olarak onlardan varlık vergisi
almaktadır. Devletin yaptığı tek iyi
şey okuldur. Bunu yapmaktaki
esas amacı, Kürt kardeşlerini
Türkleştirmek istemesindendir.
Devlet üretim alanında hiç bir
altyapı kurmamış ve insanları doğa
şartlarıyla başbaşa bırakmıştır.
Tarımda ekili alanlar oldukça
sınırlıdır. Gerek sulama
imkanlarının yetersizliği, gerek
teknik alandaki gerilik en büyük
engeldir.
Buğday veya arpanın elde edilmesi
zahmetli bir iştir. Ürün elde etmek
için uzun bir zaman emek harcamak
gereklidir.
Tarlalarda
toplanan ürünler, katırla harmana
yığılır.
Harmanda (Beder)
öküzler veya katırlarla öğütülür.
Harman makinasında saman ve tahıl
birbirinden ayrılır. Tahıl,
değirmende öğütülerek un elde
edilir. Evde ekmek yapılır. Her
evde mutlaka yedek değirmen (Dıstan)
bulunur.
Kımsorlular 1960lardan sonra, nüfus
artması, şartların ağır olması
nedeniyle ekmek parasını büyük
şehirlerde, Avrupalarda aramaya
başladılar. Topraktan kopan
köylüler, zamanla ücretli işçi
durumuna geldiler. Büyük
şehirlerdeki yeni yaşam oldukça
cazibeli geldi. Kapitalist üretimin
bir parçası durumuna gelerek, geçmiş
yaşamlarından, ata topraklarından
adım adım ayrıldılar. Kendi öz
kültürlerinden ve
geleneklerinden uzak kaldılar.
Yaşadıkları ortama uygun düşünmeye
başladılar. Kapitalist üretimi,
feodal üretime tercih ettiler.
Kapitalist üretim, her birini, toz
parçacıkları gibi bir tarafa
savurdu. Modern dünyaya açıldıkça,
geçmiş ilişkilerden kurtulmaya
çalıştılar.
Atalarımız yoksul olmalarına rağmen,
kendi topraklarından ayrılmayı hiç
bir zaman düşünmediler. Maalesef,
daha sonra gelen nesiller,
ülkesinden kaçmak için, adeta
yarıştılar.Şu an Kımsorda5-10
hanelik bir aile kaldı.
Köydeki evler, çoğunlukla iki
katlıdır. Duvarlar taştan ve
kalınlığı 70-80 cm dir. Evler taş,
toprak ve ağaçtan yapılmıştır. Üst
kattaki pencereler geniş ve
aydınlıktır. Alt katların
pencereleri küçüktür. Her evin
önünde bir balkon vardır. Alt katlar
davarlar(Nağır) için, ahır olarak
kulanılır. Üst katlar da
çardağ, büyük bir oda ve
mutfak(kulin) bulunur. Arka tarafta
samanlık içindir. Evlerin üstü
toprak ve düzdür. Kar yağışlarında
evin üstünü temizlemek gerekir,
yoksa damlar. Karlar tahta
küreklerle atılır. Her evin üstünde,
ağır ve yuvarlak bir taş (loğ)
vardır. Toprak damların damlamasını
engellemek için loğ yuvarlanır.
Kış aylarının uzun olması, yaşam
koşullarını zorlaştırıyordu.
6-7 metre yüksekliğinde
kar yağar. Insanlar ve hayvanlar bir
anlamda evde hapis kalırlar.
1985lere kadar köyde elektrik
yoktu. Gaz lambası veya çıra
ışığıyla bir ömür geçerdi.
Nineler ve dedeler kış aylarında
torunlarına masallar, fıkralar ve
bilmeceler anlatırlardı. Kışın
yaşam durur. Ve herkes uyur.
Baharla birlikte karlar erir, doğada
bir canlılık yaşanır. Insanlar zaman
kaybetmemek için dört elle işe
sarılırlar.
Yazlar çok kısadır. Bu kısa zaman
içerisinde, senelik ihtiyaçlar
karşılanır. Köyde yaşayan herkes,
gücü oranında birşeyler yapmak
zorundadır.
Yaşlı kadınlar sabahleyin herkesten
önce kalkarlar, yayık
yayarlar. Yayıkların gümbürtüsüyle
köylüler uyanmaya başlar. Nağırlar
(Davar) dışarı çıkarılır.
Inek (manga), dana (goluk), kuzu
(berğık) ve gidik (karık) gibi
hayvanlarda çocuklar tarafından
otlatılır.
Hayvanlar dışarı çıkarıldıktan
sonra, evin içi, ahırlar ve evlerin
önleri süpürülür. Toplanan hayvan
dışkısı çıplak ayakla karıştırılır
ve tezek yapılır. Güneşte kurutulan
Tezek, kışın yakılır. Arta kalan
hayvanların dışkısı da, sepetle
tarlalara götürülür, gübre olarak
kullanılır.
Erkekler geceleyin kalkarlar ve odun
toplamaya giderler. Katır veya
sırtla yük taşırlardı. Erkekleri
olmıyan aileler de, bu işleri
kadınlar yaparlar. Bir yük odun
getirmek için, en az beş saat zaman
gerekli.
Erkekler büyük şehirlerde para
kazanmaya giderler ve izin
dönemlerinde köye gelip ailelerine
yardımcı olurlardı. Bu nedenlerden
dolayı kadınlar
köydeki bütün işleri yapmak
zorundalardı. Yaşlı erkekler ve
kadınlar köydeki işlerin temel
direkleridirler. Çocuklarda
ailelerine her alanda yardımcı
olurlardı.
Ilkbahar ve sonbahar da tarlalar
sulanır ve ekilir. Yazın ekin
toplama zamanıdır. Otlar tırpanla ve
orakla biçilir. Köyün içindeki
otlakların yanısıra, köy
meralarındaki otlar da biçilir.
Köy meraları Uşkale, Teğkin,
Pısıngan, Paye jil oldukça çok
uzaktı. Köylüler uykulu gözlerle
geceleyin kalkarlardı. Katırın
sırtında veya yaya iki üç saat
yol giderlerdi.
Yazın ayrıca çarşıt (kunkor) adında
bir bitki biçilirdi. Kunkor acı sütü
olan bir bitkidir. Değdiği yeri
yakar ve yara yapardı. Kışın ot
yeterli olmadığından dolayı
hayvanlara yem olarak verilirdi.
Sonbaharda, Bezik ormanında, dare
ile yaprak (çulo) kesilirdi. Kesilen
yaprak, köyün yakınlarında istif
edilir. Kışın kızaklarla eve
getirilir, hayvanlara yem olarak
verilirdi.
Köylüler
yazın yaylalara giderlerdi.
Yaylalara gidenler daha verimli ürün
elde ederlerdi. Kadınlar kışlık
erzaklarını yaz boyunca elde etmeğe
çalışırdı. Kadınlar, hayvanlardan
elde ettikleri yünlerden, zaman
buldukça kilim (cazım), çanta
(turuk), halat (herıs), çorap
(galık), eldiven ve benzeri şeyleri
imal ederlerdi. Kışın evlerin alt
katlarında cazım yaparlardı
(Tevn Çede kırın). Cazım için
kullanılan iplerin boyanması başlı
başına önemli bir yer tutardı.
Boyalar çeşitli bitkilerden ve doğal
maddelerden elde edilirdi. Bağ ve
bahçe işlerine fazla zaman
ayırmazlardı.
Güneşte
et, bulgur vs. kuruturlardı. Kışın
yemeklerin içine atarlardı.
MERA
İHTİLAFI
Civarik köyü ile aramızdaki
Mera sorunu 1942 yılından beri devam
etmektedir. Karar, her defasında
Kımsorluların lehinde çıkmasına
rağmen, karşı tarafın itarazları
sonucu yeniden mahkeme açılmaktadır.
Her iki köy dağlık, bir bölgede
bulunmaktadır. Köylüler
hayvancılıkla uğraşmaktadırlar.
Hayvanlar için meralar ve otlak
alanlar gereklidir. Hayvancılığın
gelişmesi ile eldeki alanlarda
daralmaktadır. Aileler ve aşiretler
hayvancılık yaptıkları bölgelerde
başkalarının girmesini istemezlerdi.
Bu durumda mevcut otlakların
daralması anlamına gelir. Otlak
endişesi aşiretler arası birliği de
engeller. Bu noktada köyler veya
aşiretler arası kavgalar gündeme
gelmektedir. Aşiretler
birbirlerinden uzak dururlar.
Aralarındaki düşmanlıklar sürüp
gider.
Mera sorunundan çıkarı olan çevreler
vardır. Bu çevreler, en başta ağa
geçinmeye çalışan kişilerdir.
Ayrıca, mahkemeler, avukatlar,
dilekçe yazanlar, şahitler ve bu
çelişkilerden yararlanmaya çalışan
aşiretler de vardır. Iki köy
arasındaki çelişkiler bu egoist
çıkarlardan dolayı çözülmemektedir.
Her iki köyün, aklı başında kişileri
yan yana gelip sorunu çözme yerine,
sorunu yabancı güçlere
bırakmaktadırlar. Her iki köyün
insanları, yaşadığı ülke
topraklarını terkederken, bir parça
mera için birbirlerine karşı
yıllardır amansız bir mücadele
yürütmektedirler. Bu sorunun
uzatılmasını bir anlamda devlette
göz yumuyor. Her iki köyün
birbiriyle uğraşması, gerçek
sorunların çözümsüz kalması anlamına
gelmektedir..
Köy merası için çeşitli unsurlarla
konuşmaya, işin özünü sormaya
çalıştım. Her iki köyden kişiler,
kendilerini haklı göstermeye
çalıştılar.
Köylülerin kendi aralarındaki
çelişkilerin derinleşmesi demek,
esas ana sorunlardan uzak durması
anlamına gelir. Birbirlerine dayılık
yapan köylüler, ulusal çıkarları
için bu kadar kafa yormazlar.
Mera sorunu kangrenleşmiş bir sorun
olarak ortada duruyor. Bu sorunu
bugüne kadar getirenlerde ortada yok
artık. Babadan oğula miras kalan bu
sorununun dostça çözülmesi gerekir.
Devlette kalırsa 40 yıl daha
devam eder. Bu sorunu devam
ettirmek, iki köy için zaman ve para
kaybıdır. Düşmanlıkların
körüklenmesidir.
Türkiyede izlenen politikalar
yüzünden, Köylerde hiç kimse
kalmadı. Bir arkadaşın
deyimiyle Köyler artık ayılara ve
kurtlara kaldı. Mera sorununu da
herhalde onlar çözecek.
KÜRT SORUNU
Ulusal sorunu koyarken, Kımsoru ve
Kımsorluları, yalnız başına
bulunduğu ülkeden ve halktan ayrı
ele almak, eksik olur.
Kımsorlularda, Kürdistandaki Kürt
ulusunun bir parçasıdırlar.
Kımsorun tarihinden öğrendik ki,
atalarımız hep bu topraklarda
yaşamışlardır.
Kımsorlular, Kürt ulusuna mensup
olmalarından dolayı, onun
özelliklerini taşır. Onun
dilini ve kültürünü sürdürür.
Kürtlere karşı yürütülen her
politika, aynı zamanda biz
Kımsorluları da kapsar.
İnsan olmanın en önemli kıstası da,
sorunları olduğu gibi tahlil
etmektir. Bu tahlillere uygun poltik
gerçekleri savunmaktır. Insana özgü
bu özellikler inkar edilirse,
ırkçılık başlar.
Kürtlerde dünyadaki her ulus gibi,
bir insan topluluğu olarak kendine
özgü bir ulustur. Tarih boyu her
zaman aynı topraklar üstünde
yaşamışlar. Ve bu yaşadıkları
topraklara da tarihte Kürdistan
denilmiştir. Kürdistan, tarihte hep
şavaşlara sahne oldu. Savaşlar
yüzünden insanlar göç etmek zorunda
kaldılar.
1639 yılında, Kasr-ı Şirin
antlaşmasıyla Kürdistan Iran ve
Osmanlılar arasında bölüşülmüştür.
Birinci dünya savaşından sonra
Osmanlıların savaşı kaybetmesinden
sonra, Anadolu ve Kürdistan
emperyalist ülkelerin işgali altına
girdi.
Halklarımız emperyalist savaşa karşı
ayağa kalktılar. Rusyadaki devrim,
dünyadaki mazlum halklara bir ışık
oldu. Emperyalist devletler gelişen
bu olaylar karşısında, halklarımızın
mücadelesinden korkarak,
Kemalistlerle anlaşmaya gittiler.
1923 yılında Lozanda pazarlıklar
sonucu ülkemiz Kürdistan dört
parçaya bölündü. Her bir parçası,
başka bir ülkenin denetimine geçti.
O
tarihten sonra Kürdistandan
bahsetmek yasak oldu. Kürdistanı
elinde bulunduran ülkelerden,
Kürtleri tamamen yok sayan ülkede
Türkiye Cumhurıyeti oldu. Kürt
olduğunu söylemek bile suç oldu.
Kürdün dili, kültürü yasaklandı.
Kürtler dağ Türkü sayıldılar. Binbir
inkar politikası geliştirildi.
Kürtler tamamen asimile ve
katliamlardan geçirildi.
Ismail Beşikçi Hoca Kürdistan
sömürge bile değil dediği için
kendisine ömür boyu ceza
verilmiştir. Sömürge ülkelerde
yaşayan uluslar dahi, kendi dilinde
ve kültüründe özgür iken, bizler bu
haklardan dahi mahrum
bırakılmışız..
T.C. nin kurucuları Kürtleri
tanımadıkları gibi, onları insan
bile kabul etmiyorlar. Hayvanlar
dahi kendine özgü sesler
çıkardıkları halde, Kürtler
hayvandan daha da geri bir konuma
sokuldu. Kendini inkar eden Kürt,
Türk kabul edilirken, kendini inkar
etmeyen Kürde ise imha ve
asimilasyon dayatıldı.
Bu
kadar haksızlığa uğramış bir halk,
bir ulus elbette ayağa kalkacaktı ve
tarihteki haksızlıklardan hesap
soracaktı.
Kürtler, herkesin yapması gerekeni
yaptı. Haksızlığa karşı hep isyan
ettiler. Dağa çıktılar. Bomba olup
patladılar. Ateş olup yandılar.
Özgürlüğünü kazanıncaya kadar, diğer
halklarla esit haklara sahip
oluncaya kadar yerinde
durmayacaklar.
Hiç bir halk zorunlu kalmadıkça
savaşa girmez. Meşru haklar için
yürütülen savaşlar, haklı
savaşlardır. Bu hakların verilmesini
istemiyenler ise haksızdırlar ve
haksız bir savaş yürütüyorlar.
Kirli bir savaş yürütüyorlar.
Kürtleri yok sayan, onların insani
haklarını tanımıyanlar her zaman
haksızdırlar.
Şeyh Said Biz Kürdüz ve biz
Kürtlerde müslümanız
Seyid Rıza Bizimde Kürtlük
haklarımız var.
Musa Anter Madem ki kardeşiz,
birazda biz Kürtler, Türkleri
yönetelim dedikleri için devlet
tarafından infaz edildiler.
Bu
ülkenin Cumhurbaşkanı Demirel
Kürtleri kastederek diyor ki 28
kere ayaklandılar. Her seferinde
yenildiler. 29uncu kere de
yenilecekler.
Demirel sorunu böyle görebilir.
Bizim açımızdan yanılıyor. Kürtler
geçmişte yenildiyse, iç ve dış
şartları oluşmadığı içindir. Daha
Kürtlerde yeterli ulus bilinci
gelişmemişti. Uluslararası kamuoyu,
dönen dolapları tam olarak
bilmiyordu.
Durum şimdi çok daha farklıdır.
Kürtler ve Dünya Kamuoyu
yapılan zulmü görmekteler. Kürtler
savaşıda, politikayıda öğrendiler.
Cin şişeden çıktı, sihir bozuldu.
Namuslu dürüst her insan kimin haklı
kimin haksız olduğunu görmektedir.
Kürt ve Türk halkının kardeşliğini
ve dostluğunu isteyenler, var olan
gerçekleri görmek zorundadırlar.
Haksız olanlara karşı birlikte tavır
almalıyız. Dünyada haklı savaşlar
yürüten Vietnamlıları,
Filistinlileri, güney Afrikalıları
v.s desteklemedik mi? Peki; Kürtlere
gelince niçin herkes sağırları
oynuyor? Bu dünyada Kürtlerden daha
mazlum bir halk var mıdır?
Türk devleti, kendini inkar eden,
kendi halkına ihanet eden Kürdü,
Kürt görüyor. Onlara mevki veriyor,
onlara imkan tanıyor. Örneğin;
Sedat Bucaklar,
Kâmuran Inanlar, Hikmet Çetinler,
Ismet Sezginler v.s. Türkiye
dışındaki ülkelerde yaşayan
Kürtlerden Barzanileri, Talabanileri
ve diğer ülkelerdeki Kürtleri
tanıyor, Türkiyede yaşayan Kürdü
niçin tanımıyor? Madem ki Kürtler
yoktur, dünyanın hiç bir yerinde
Kürt kabul edilmez. Kürtlerin insani
taleplerini savunanlar cezaevine
atılıyor, terörist diye öldürülüyor.
Yerinden yurdundan ediliyor. Fakat
Kürtlüğünü inkar edenlere de bütün
imkanlar sunuluyor. Bu kadar yalan
ve inkar politika yapılır mı?
Bir başka ulusu ezen bir ulus,
kendisi de özgür bir ulus olamaz. Bu
görüş bilim adamlarının ortaya
koyduğu gerçeklerdir. Türkiye,
Kürtlere zulüm etmeğe devam ederse
dünyada hiç bir zaman saygınlığı
olan bir devlet olamaz. Bu
haksızlığa karşı çıkan namuslu,
dürüst, yurtsever ve devrimci
Türkler de vardır. Ne yazık ki bu
insanlar bugün Türkiyede yönetimde
değildir. Türkiyeyi yönetenler özel
savaş yanlılarıdır. Türkiye böyle
yöneticilerin yüzünden çok kan
kaybetmektedir.
Tüm yurtseverler, devrimciler,
namuslu her vatandaş, Kürt, Türk,
bütün halklar, varolan bu
haksızlıklardan kurtulmak için omuz
omuza vermeli, demokratik ve
barışçıl bir düzen için
mücadele etmelidirler. Çete
anlayışlarından kurtulmadıkça,
halklar arasında eşitlik ve
kardeşlik sağlanamıyacak ve
yara kanamaya devam edecektir.
KIMSORLULARDA ULUSAL
DUYGULAR
Kımsor köyü, kurulduğundan beri bir
çok zorluklarla karşı karşıya kaldı.
Köye ilk yerleşenlerin hiç bir
imkânları yoktu. Doğa şartlarına
karşı çıplak ellerle mücadele
etmek zorundaydılar. Büyük çabalar
sonucu aşağı Kımsor üretimde oldukça
gelişti. Bu durumu çekemeyen
aşiretler saldırılarını
yoğunlaştırdılar. Aşiretler,
Kımsorluların o bölgede
yerleşmelerini kabul edemiyorlardı.
Asağı Kımsor aşiretlerin saldırıları
sonucu dağıldı. Kımsorlular daha
sonra mahkeme yoluyla aşağı Kımsoru
geri aldılar.
Dersim
isyanına kadar aşiretler
Kımsorluları sürekli baskı altında
tuttular. Memik ağa adında bir ağa,
köye gelir zorla insanlardan davar,
eşya v.s. alırmış. Kımsorlular zayıf
ve yalnız olduklarından herşeye
boyun eğmişler. Kendi aralarında
güçlü dayanışma da yoktu.
Hayvancılıkla uğraşan toplumlarda,
kapalı bir ekonomi biçimi
vardır. Her aile yapısı da bu
ekonomiye uygunluk arzeder.
Her ailenin kendisine ait bir toprak
parçası vardır. O alanda dilediğini
yapmaktadır. Her aile kendi bencil
çıkarlarını, öteki aile veya
aşiretlerin çıkarlarından
üstün görür. Bu düşünce aynı
zamanda egoisminde ana kaynağıdır.
Paylaşımcı, dayanışmacı duygulardan
çok bireyci, çıkarcı
duygular ağır basar..
Kımsorlular da, her köylünün
gösterdiği özelliklere sahiptiler.
Köyümüzde bey, ağa takımı
olmamasına rağmen, feodal
ilişkilerdeki rekabet her zaman
devam etmekteydi. Köylüler, köylü
kurnazlığıyla işlerini yürütürlerdi.
Böyle bir yapıda ulusal düşüncelerin
gelişmesi beklenilmezdi.
Ulusal düşüncelerden ziyade,
aile veya bireysel düşünceler
hakimdi. Her aile, herşeyden önce
kendi çıkarlarını, kendi küçük
dünyalarını düşünür.
Kımsorlular aşiret baskılarından
kaçarken, devletin himayesine
girdiler. Kendilerini ancak
böyle koruyacaklarını sandılar. Bu
durumdan yararlanan devlet, bazı
Kımsorluları Ermeni
olaylarında kullandı. Köydeki
Yaşlılar, bu olayları
anlatırlardı.
1937-1938 yıllarında, Dersimdeki
halk hükümete karşı ayaklandı.
Aşiretler kendi aralarında kavgalı
olduklarından, devlete karşı
birleşemediler. Devlet aşiretler
arasındaki çelişkilerden
yararlanarak, bazı aşiretleri yanına
çekti. Bazılarını tarafsızlaştırdı.
Bunları birbirlerine karşı
kullanarak isyanı bastırdı. Isyanda
atmış bin insan katledildi.
Kalanlarda sürgün veya asimile
edildi. Isyanın önderi Seyid Rıza,
oğlu ve arkadaşları idam edildiler.
Devlet güçleri, yakın komşu köyü
Civarikten 54 kişiyi Ramazan
deresinde kurşuna dizip yaktılar.
Bertal Efendi öldürüldü. Köyün
ileri gelenleri Türkiyenin batısına
sürgün edildiler.
Kımsorlular, Dersim isyanında yer
almadılar. Aşiretlerin talan ve
zulmünden bıkmış Kımsorlular, kendi
içlerine kapanmışlardı.
Olayların gelişiminden
habersizdiler.
Kımsorlular isyan da yer
almamalarına rağmen, devletin
kendilerine herhangi bir ayrıcalığı
olmamıştır. Üvey evlat statüsünü
korumuştur.
1950lerden sonra, Kımsorlular
ekonomik güçsüzlüklerden dolayı
gurbet yollarına düştüler. Büyük
şehirlerde kapitalist ilişkileri
tanımaya başladılar. Feodal
üretimdeki zorluklardan kurtulmak
için gurbetçiliği benimsediler.
Paranın önemi arttı. Kapitalist
üretim ilişkileri feodal ilişkilere
tercih edildi. Gurbette yaşayan
Kımsorlular yeni çevre ve
ilişkilerin içine
girdiler.Çocuklarını okullara
gönderdiler. Eğitim ve kültür düzeyi
gelişen Kımsorlular düşünmeye
başladılar.
Kımsorda ulusal düşüncelerin esas
olarak ortaya çıkısı, okularda
okuyan gençlerle başladı. Aydınlanan
kafalar, neden ve niçin bu durumda
olduklarını sorgulamaya başladılar.
Bu haksızlıklara karşı mücadelede
yerini aldılar. Bizim yöreden,
Cıvarikli Sait Kırmızıtoprak ve
Kımsorlu K.Yıldız, V. Alaca, Y.
Ceylan gibi gençler yüksek okullara
girdiler.
1960lardan sonra, Türkiyede
demokratik fikirler tartışılmaya
başlandı. Kuzey Iraktaki Kürtlerin
mücadelesi, Kürt ve Kürdistanla
ilgili düşüncelerinde gelişmesine
hizmet etti.
Sait Kırmızıtoprak Türkiyedeki
Kürtlerin arasında, önder konumunda
biriydi. Türkiye Kürdistan
Demokrat Partisinde olumlu görevler
üstlendi. Daha önce 49lar olayında
yattı. Kuzey Iraktaki Kürtlerin
mücadelesinden etkilenmişti. 1965
yılında Kuzey Iraktaki Kürtlerin
yanına gitti. Karanlık güçler
kuzey Irakta TKDPnin başkanı
Dr Elçiyi öldürdüler. Bu
öldürme olayını Sait Kırmızıtoprağın
üzerine attılar. Kuzey Irakta
tutuklanan Dr Şıvan ve
arkadaşı Brusk, hukuk dışı
kurallarla öldürüldüler.
Kımsorlu K. Yıldız, Şıvanın
yakın arkadaşı ve Kımsorda ilk defa
ulusal ve sosyalist fikirlere
sempati duyan kişiydi.
Düşüncelerinden dolayı, yurt dışında
göçmen olarak yaşamak zorunda kaldı.
Kımsorlulardan uzak kalmasına
rağmen, halkının mücadelesine bağlı
kaldı.
Kımsorlu Y. Ceylan ilerici
düşüncelerden dolayı ordudan atıldı.
Kımsorlu V. Alaca da, bulunduğu
alanlarda demokrasi kavgasına omuz
verdiği için hedef durumuna geldi ve
ülkeden ayrılmak zorunda kaldı..
1970lerden sonra, okullarda okuyan
Kımsorlu gençler, coşkulu bir ruhla,
devrimci mücadelede yer aldılar.
Emekçi Kımsorlular ilk defa politik
arenada yer aldılar. Okullarda,
fabrikalarda ve gecekondularda işçi
ve emekçilerle dayanışma içine
girdiler. Türkiyedeki toplumsal
sorunlara kafa yordular. Bu dönemde
mücadelede önder arkadaşlar çıktı.
Devrimci ve sosyalist kültür
geliştikçe, haksızlıklara karşı
mücadele de gelişti.
1980lere gelince, egemen güçler,
gelişmekte olan tehlikeyi sezdiler.
Askeri cunta Türkiyede yönetime el
koydu. Halklarımıza karşı topyekün
saldırıya geçti.
1980lerden sonra Köyümüz de
Askerlerden nasibini aldı. Köye
giden askerler herkesi meydana
topladılar, gençleri tek tek
dayaktan
geçirdiler. Köylülere
gözdağı vererek psikolojik bir baskı
uyguladılar.
Köylülerin elindeki
kırık, dökük silahları topladılar.
Işin ilginç yanı, askerler köyde
kimlerde, ne kadar silah olduğunu
önceden bilmektedirler. Hata
dedelerden kalan eski silahların,
kimlerde olduklarını
bilmektedirler.
1980lerden sonra uygulanan baskılar
sonucu, halkımızın yaşamı tamamen
değişti. Ülkede süren savaş,
kapalı köy ekonomisini alt üst etti.
Köylüler yaşadıkları
toprakları terketmek zorunda
kaldılar.
Kımsorluların büyük çoğunluğu evini,
tarlasını bırakıp, büyük şehirlere
gittiler. Ev park sahibi oldular.
Kendilerine yeni bir düzen kurdular.
Köyde kapalı olan aile düzenleri
parçalandı. Şehirlerde hamal ve
isçileştiler. Adım adım toplumsal
yaşamda yer almaya başladılar.
Kimi aileler bulundukları yerlerde
asimile oldu. Kimi aileler de eski
yaşamı yeniden kurmayı hayal etti.
Metropollerde yaşayan kişiler,
şehirlerde ev, bark sahibi oldular.
Yaşam biçimleri de değişti. Bunların
ülkeye dönüşleri de zorlaştı.
Biz Kürtlerin konumunu bir fıkra ile
anlatmaya çalışıyım.
Günün birinde, Pirin biri
talibinde misafir olur. Akşamleyin
kendisine ziyafet olarak Şir
(Saç altında pişmiş ekmeğin, ayranla
hamur haline getirildikten sonra,
tereyağı dökülerek yenilir. Önemli
bir Kürt yemeğidir.) ikram edilir.
Pire en güzel misafirperverlik
gösterilir.
Talibin kapısında azgın bir köpek
vardır. Kimseye aman
tanımıyor.
Geceleyin Pir çok
sıkışmış. Köydeki evlerde tuvalet
olmadığı için, dışarıya çıkması
lazım. Fakat Pir, azgın köpeğin
korkusundan dışarıya çıkmaya cesaret
edememiş.
Talibin
altı aylık bebeği, beşikte
yatıyormuş. Pir bakar ki çaresi yok.
Beşikteki bebeğin bezlerini açar ve
bezlerin içini doldurur.
Bezleri tekrar çocuğun altına bağlar
ve gider yatağında mışıl mışıl uyur.
Bebek altındaki pislikten dolayı,
patlarcasına ağlamaya başlar.
Çocuğun ağlamasından, babası
uyanır ve karısına seslenir. hanım,
hanım, hele kalk. Bu çocuğa
bir bak. Neden acı, acı
ağlıyor.
Çocuğun
annesi kalkar, beşiğin yanına gider
ve bebeği kucağına alır. Anne :
tey, tey senin böyle huyların
yoktu. Ne oldu sana böyle Töbe,
töbe bebek niye bu kadar
ağırlaşmış kendi kendine söylenir.
Bebeğin bezlerini açar ve görür ki
bebeğin altında bir sepet pislik
var. Hemen kocasına seslenir.
Merik, merik ere rabe. Va çı
hikmete. (Be adam hele kalk, bu ne
hikmettir.) der.
Koca: Ne diyorsun be
hanım
Kadın : Kalk
çocuğun altına bak, vi lauka guki ha
nakırınu.
( Bu çocuk böylesine bir bok
yapmamıştı)
Adam kalkar, gider bakar ve
hayretler içinde kalır. Ve karısına
der ki: Çocuğun altını bağla,
yarın sabah Pire söyliyelim bir
ipe baksın.
Pir, yatakta uyanıktır.
Konuşulanları dinlemektedir.
Sabahleyin Pire kahvaltı
hazırlarlar. Kahvaltıdan sonra, Pir
gitmek üzere iken, tâlip Pire olan
bitenleri anlatır. Kadın Pirin
elini öper. Pirim hele bir Ipe
bak. Senin kerametin var der. Pir
eline Ipi alır. Bir sağa , bir sola
çevirir. Düşünür, durur ve konuşur.
Anacığım, sizin kapıda bir siyah
köpek var. Bu siyah köpek kapıda
olduğu müddetçe, bu çocuk bu
nedenden dolayı böyle bir bok yapar.
Sizin bu köpeği kapınızdan
defetmeniz gerekir. Ne zaman ki siz
bu siyah köpeği kapınızdan
kovarsanız, bu çocuk böyle bir bok
yapmaz.
Tâlip, bunun üzerine kırma tüfeğini
alır. Kapıdaki siyah köpeği vurup
öldürür.
Bu
fıkradan da anlaşıldığı gibi bizler
yıllarca bibirimizle uğraştık.
Peki, bu tarihi nasıl geri
çevirebiliriz? Bu Konu başlı başına
bir konudur.
KIMSORLULARIN
GELECEKTEKİ KONUMLARI
Biz Kımsorlu Kürtler yaşadımız
topraklarda, çevremizde olup
bitenlerden hep uzak durduk. Kendi
içimize kapanık kaldık. Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın misali
herkesle iyi geçinmeye çalıştık.
Kendi halkımızdan çok, devlete güven
duyduk. Tüm bunlara rağmen devlet,
hiç bir sorunumuza dostça
yaklaşmadı. Varolan sorunlarımız
daha da ağırlaştı. Yaşam mücadelesi
zorlaştıkça, çareyi yerimizi,
yurdumuzu terketmekte bulduk. Bölge
insanları devlet tarafından
katliamla, göçle zoraki olarak
topraklarından göçertildi. Hiç kimse
isteyerek vatanını terketmedi.
Hepimizde aynı bilinçli yürütülen
soykırım poltikalarının
kurbanlarıyız. Devlete göre, en iyi
Kürt kendini inkar eden Kürttür.
Biz Kımsorlular da kendimizden ne
kadar uzak durduysak, devlet bizleri
o kadar çok sevdi. Yaşlılarımız
geçmişte olup bitenlerden uzak
durdukları için, devlet bize
karışmamış diyorlar. Belki bu doğru
olabilir. Fiziki olarak yönelmemiş
olsa da, başka bir asimilasyon
politikasıyla bizleri özümüzden,
halkımızdan koparmıştır. Bu durum
ölümden daha da beterdir.
Sorunlardan bu kadar uzak duran
bizler, Batıya, Avrupaya
savrulduktan sonra kendimizi
tanıyabilirmiyiz? Sanıyorum bu
çok daha zor olur. Her şeyden önce
yaşadığımız alanlarda, kendi
kültürlerimizi yaşayamıyoruz.
Bulunduğumuz yöredeki gerici,
ırkçı düşüncelerin, kültürlerin
çemberindeyiz. Kendimizi ifade
edecek olanaklar yok denecek kadar
azdır. Ister istemez çok daha
rahat asimile olmaktayız.
Belki bazılarımız maddi olarak
zengin olduk ve güzel bir
yaşam sürdürüyoruz. Bulunduğumuz
yerlerde rahat yaşıyoruz.. Ve
orda ki şartlara da ayak uydurmuşuz.
Fakat nerden geldiğimizi ve ne
olduğumuzu unutmuşuz. Çocuklarımız,
gün gelecek ki nereye ait olduğunu
bilmeyecekler ve seralarda
yetişen tadı tuzu olmayan
bitkiler gibi yetişeceklerdir.
Sermaye sisteminde, emeğimizi satan
köleler olarak kalacağız. Her geçen
gün insancıl duygularımızdan
kopacağız.
Yıllarca suyunu içtiğimiz, ekmeğini
yediğimiz, havasını soluduğumuz
topraklardan koparak yaban ellerde
parça parça eriyip yok olacağız.
Yurtsuz, kökensiz, sevgisiz kalmış
insanlar gibi ölümü bekleyeceğiz.
Gün geçtikçe Kımsorluluktan, Kürt
olmaktan uzaklaşıyoruz. Ülke vatan
sevgisi denen kavramları
unutuyoruz. Atalarımızın yattıkları
bin yıllık topraklardan, Merğa
Kumsurdan belki hiç haberimiz
olmıyacaktır. Herbirimiz, ayrı ayrı
yerlerde olacağız ve birbirlerimizi
tanıyamayacağız. Bizleri bu duruma
getiren düzen sahipleri
istediklerini başarmışlardır.
Bu
durumu tersine çevirmek istiyorsak,
kendimizi ve ülkemizi tanımalıyız.
Yönümüzü Kumsura, halkımıza,
ülkemize ve özgürlüğe
çevirmeliyiz. Bu anlayışla ancak
insan olduğumuzu hatırlarız.
Ismail Beşikçi Hoca, 20. yüzyılda
yaşamış ünlü Kürt ozanı Cigerhunun
Hayat şehri isimli eserinden, soruna
nasıl bir çözüm önerdiğini
bize söyle aktarıyor:
Hoyrat,
at sırtından inmeyen, dağdan dağa at
süren, fiyaka yapan,
etrafındakilerin dikkatini çekmek
için binbir türlü gösteri icad eden
bir genç var. Yaşamında kimseye
karşı bir sorumluluk duymuyor.
Yaşayıp gidiyor. Delikanlı bir
serüven yaşarken bir gün dağların
arasında, çok perişan durumda olan
yaşlı bir kadınla karşılaşıyor.
Kadın düşmanların elinde esirdir.
Ellerinden, ayaklarından zincirlerle
bağlanmıştır. Çirkinleşmiştir. Çok
büyük bir azap ve ızdırap içindedir.
Pek çok düşmanı vardır. Delikanlı
kadının bu haline çok üzülür. Ona
doğru yaklaşmak ve kim olduğunu,
neden bu hallere düştüğünü sormak
ister.
Delikanlı ihtiyar kadına doğru
yaklaşırken kadın gençleşmeye ve
güzeleşmeye başlar. Bir mutluluk
yaşar. Fakat kadını esir tutanlar,
delikanlının ona yaklaşmasına
katiyen izin vermezler. Delikanlıyı
kadından uzak tutmak için büyük çaba
harcarlar. Bu sırada kadının
vücudunda büyük sarsılmalar olur.
Kasılır. Vücudunun bazı organlarında
patlamalar, çatlamalar olur. Kadını
esir tutanlar onu daha çok
hırpalamaya başlarlar. Kadın yine
ihtiyarlaşır, çirkinleşir.
Delikanlı olayın arkasını bırakmaz.
Ihtiyar kadının kim olduğunu, neden
bu hallere düştüğünü muhakak
öğrenecektir. Her türlü önlemlere,
nöbetçilere rağmen, gizli
yollar kullanarak ona ulaşır. Kim
olduğunu öğrenir.
Öğrenir ki kadın anasıdır. O anda,
delikanlının zihninde şimşek gibi
bir düşünce oluşur. Onun da bir
anası olmalıdır. Fakat anası
olduğunu şimdiye kadar hiç
düşünmemiştir. Anası nerdedir,
nasıldır, hiç
düşünmemiştir. Bu
ilgisizliğe karşı hayretler içinde
kalır. Derin derin düşünür. Anasını,
kendisini, kardeşlerinin olup
olmadığını şimdiye kadar neden hiç
düşünmemiştir? Düşündükçe ne kadar
büyük zorluklar içinde olduğunu
farkeder.
Delikanlı; ihtiyar, perişan,
zincirlerle bağlanmış anasını bu zor
durumdan kurtarmaya karar verir.
Artık becerilerini fiyaka için
kullanmayacaktır. Başkaları için
kılıç salamıyacaktır. Bütün gücünü
anasını kurtarmak için
harcayacaktır. Sık sık anasıyla
buluşur. Buluşmanın yollarını arar,
bulur. Bu buluşmalarda başka
kardeşleri olduğunu öğrenir.
Delikanlının, Ağa, Şıh, Aşır,
Bajari, Hakim, Rençber adında
kardeşleri vardır. Bunları aramaya
çıkar. Birer, birer arar, bulur.
Analarının vaziyetinin çok kötü
olduğunu, kurtarmak gerektiğini
anlatır. Ağa, Şıh, Aşır, Bajari,
Hakim analarının varlığından bile
haberdar değildirler. Şimdiye kadar
bir analarının var olduğunu
bile düşünmemişlerdir.
Analarının olup olmadığı hiç
ilgilendirmemiştir. Kendi
hayatlarını yaşamaktadırlar.
Zengindirler. Mutludurlar. Zevk ve
sefa içindedirler. Analarını esir
edenlerle, analarını zincirlere
bağlayanlarla birliktedirler.
Delikanlıyı da kardeşliğe kabul
etmezler. Böyle bir kardeşin
varlığından da haberdar değildirler.
Ayrıca bu kardeşler birbirlerinden
de haberdar değildirler. Hepsi de
birbirlerini suçlamaktadırlar.
Delikanlı kardeşlerinin bu vurdum
duymazlığı ve sorumsuzluğu
karşısında büyük bir üzüntüye ve
hüzüne kapılır. Fakat analarını
kurtarma yönünde onlardan herhangi
bir yardım alamayacağını da öğrenir.
En son olarak öteki kardeşi
Rençbere gider. Rençber son derece
yoksul bir kişidir. Toprakla
karasabanla uğrasıp durmaktadır.
Hayattan hiçbir beklentisi
yoktur. Ve çok ahmak bir kişidir.
Kafası taş gibi kalındır. Kafasına
birşey girmemektedir. Konuşulanları
anlamamaktadır.
Fakat delikanlı anasını kurtarmaya
kararlıdır. Ve bu konuda, çok
olumsuz koşullar içinde olmasına
rağmen, kendisine ancak, Rençberin
yardım edebileceğini düşünür.
Rençberle ilişkisini hiç kesmez.
Sonra anlaşılır ki, Rençber, hiç
göründüğü kadar ahmak değildir.
Küskündür ve hüzünlüdür. Anasından
ve öteki kardeşlerinden de
haberdardır. Öteki kardeşlerinden
birer birer söz eder. Kendisini
onların yoksul bıraktığını anlatır.
Kendisine yapılan haksızlıkları
sıralar.
Ülkemizin topraklarında yaşamak
hepimizin arzusu olmalıdır. Bugüne
kadar öylesine bir düşünceyle
yoğrulduk ki, hepimiz ana
topraklarından kaçmak için, adeta
yarıştık. Nedenlerini öğrenmek için
kafa yormadık. Ülkemizde olan
bitenlere, özgürlük çığlıklarına
kulak vermedik. Eğer şimdiye kadar
düşündüklerimizin tersini
düşünürsek, çocuklarımıza yakışır
atalar olarak tarihte yerimizi almış
olacağız. Bir Atasözü vardır.
Bülbülü altın kafese koymuşlar,
genede ah vatanım demiş
Dünyanın neresinde olursak olalım,
yalnız başımıza da olsak, yurt ve
insan sevgimizi unutmadan,
geçmişimize bağlı kalarak, ülkemiz
için neler yapabiliriz düşüncesini
geliştirmeliyiz. Çocuklarımıza bu
duyguları aşılamalıyız.
Aksi takdirde dünya toplumunda
insanca bir yerimiz olmayacak ve
tarihte silinip gideceğiz.
Güzel günler, güneşli günler
ancak ülkemizin topraklarında
özgür olduğumuzda göreceğiz.
Köyümüz Kımsorda 1944 yılında
okulun açılmasıyla, dışa gelişimin
penceresi de açıldı. Kımsorlular
artık kendilerini bu kapalı köy
yaşantısından kurtarmak için yollar
aradılar.
1946 yılında köylümüz R. Yıldız,
kendi hayatını ve dolaylı olarak
çocuklarının geleceğini belirlemek
üzere radikal bir çıkışla köyle
ilişkilerini kopardı. Devlet Demir
yollarında bulduğu işle, ailece
Malatyaya göç etti. Onun esas
şiarı çocuklarını okutmaktı. Dokuz,
iki ve bir yaşlarında üç oğlu vardı.
Bir tek kelime Türkçe bilmeyen,
şehir denilen nesneyi, hayalinde
bile tasarlama düzeyinde olmayan,
fakat şimdi somut şehir gerçeği ile
karşı karşıya olan hanımı, bu
zorlukların altında nasıl
kalkacaktı. Her şeye rağmen aile
bütün zorlukları yenmeyi başardı.
R.
Yıldızın en büyük oğlu Kazım
Yıldızdan bahsetmek istiyorum.
Kazım, çocuk yaşta köyünü
terketmişti. Gurbet ellerde yaşam
kavgasını sürdürürken, köyünü ve
insanlarını hiç unutmamıştı.
Kendisini bügüne kadar hiç
görmediğim halde, köy ile ilgili bir
kitap yazacağımı söylediğimde,
çocuklar kadar heyecanlandı.
Telefonla birbirimizi tanımaya
çalıştık. Politik bir geçmişi olan,
bu saygı değer abinin göçmen
yaşamına kısa da olsa değinmek
istedim.
Kazım Ilkokulu 3. üncü sınıfa kadar
köyde okudu. Babası
Malatyaya gittikten sonra, Malatya
Fırat Ilkokulunun dördüncü sınıfına
kaydını yaptırdı. Köyde oğlakların
peşinden koşan Kazım, yarım yamalak
öğrendiği Türkçeyi de
unutmuştu. Hafize Ulak adında bir
bayan öğretmen kendisini sorguya
çekmiş, yeterince Türkçe
konuşamadığını anlayınca, sınıftan
dışarı çıkartmıştı. Iki-üç ders
böyle devam etti. Sonra okulun
Başöğretmeni durumu öğrenince,
müdahale ettmiş. Senenin ortasına
kadar ancak ortama alıştı. Dersteki
başarılarından dolayı, ayrıca
arkadaşlarının baskısına,
hakeretlerine ve kavgalarına maaruz
kalıyordu. Beşinci sınıfta ancak
kendisini kabul ettirebildi.
Ilkokuldan sonra Malatya orta
okuluna kaydını yaptırdı. Babası
kaza sonucu, elini kaybetti. Malatya
da ortaokulu bitirmeden, Tunceliye
döndü. Son sınıfı orda okudu. Baba,
Tuncelinde bügüne kadar süren
ticaret hayatına adım atmış oldu.
Lise tahsilini Elazığda tamamladı.
Yüksek öğrenime Istanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesine
kaydını yaptırdı. Mali ve daha başka
sorunlar nedeniyle, öğrenimini
bırakmak zorunda kaldı. Üniversite
döneminde öğrenci örgütlerinde
çalıştı. Kazım emekçi kökenden gelen
biri olarak, sosyal kelimesinin
bulunduğu her yerde görev aldı,
haksızlıklara karşı mücadele etti.
Ortaokul yıllarında Demokrat partiye
aşırı bir sempatisi vardı. 1950-1954
yılları arasında, bu partiye gücü
oranında katkıda bulunmaya çalıştı.
Zira yılların CHP sinin zorba ve
baskıcı tutumları insanları
yeniliğe yöneltiyordu. Zaman akışı
içinde DP normal demokratik
yollardan sapınca, karşı seçenek
olan CHP de yeniden buluştu.
Bu süreç bilhassa, üniversite
yıllarında kendini gösterdi. 1960
yılının 28 Nisanında öğrenci
hareketleri doruk noktasına vardı.
1960 yılında askerlerin yönetime el
koymasıyla ortalık yatıştı.
27 mayıs 1960 askeri hareketi,
üniversitedeki profesörlere sosyal
içerikli bir anayasa hazırlattı. Bu
anayasa da bazı demokratik hak
ve özgürlükler tanınmıştı. Yıllarca
yer altında çalışmak zorunda kalan
solcular açık çalışma imkanları
buldular. Genç insanlarda bu
kargaşada, yarım yamalak politik
birikimleriyle, mevcut siyasi
yelpazede yerini alıyordu. Kırsal
kesimden gelen gençlerde,
kendilerine uygun düşen siyasal
örgütte çalışmak veya en azından
dayanışmada bulunmak suretiyle
yerini alıyorlardı.
Anayasanın sağladığı olanakla, o
sıralarda 12 sendikacı TIP Türkiye
Işçi Partisini kurdu. Kısa adı TIP
olan bu partiye bir çok aydın
katıldı. TIP Kozmopolitik bir
görünüm arz ediyordu. Her çeşit
görüş kendisini ifade edebiliyordu.
Marksistler, Aleviler, Kürtler v.s.
birlikte çalışma ortamı
bulabiliyordu. Bu durum bilinçli
seçmeden çok, çağın aktuel seçeneği
olan sosyalizmden geliyordu.
Partide yer alanlar sosyalizmi
yeterince tanımamış, okumamış ve
yorumlama olanaklarından yoksundu.
Gençlik karşı karşıya geldiği
sosyalizme büyük bir sempati duymaya
başladı. Sosyalizm ile ilgili
kitaplar furya gibi çıkıyordu.
Herkes kendisine göre sosyalizmi
yorumlamaya başlıyordu.
Türkiyedeki durumu iyi
değerlendiren ilerici güçler
toparlanmaya başladılar. Sol
hareketler dünyayı tanımaya
başladılar.
Kazım, 1960-1962 yılları arasında,
Izmirde askerliğini öğretmen olarak
yaptı. Istanbula döndükten sonra
tahsile devam imkanını bulamadı. Her
ilerici insan gibi o da bu
mücadelede yerini aldı. 1965 yılında
Türkiyeden ayrılıp,
Almanyaya yerleşti. Orda emekçi
olarak
yaşamını devam
ettirirken, politik inançlarından
vazgeçmedi.
Köylülerinden uzak kalmasına rağmen
nerden geldiğini hiç unutmadı.
Yüreği ve fikirleri bizlere
her zaman yakındı.
Kısa da olsa bu değerli yurtseveri
tanıtmaya çalıştım. Özgür bir
ortamda birlikte olma dileği ile
kendisine can sağlığı temmeni
ederken, onun sözleriyle yazımı
noktalıyorum.
Elbetteki sosyalizmi sevmemizin en
önemli ilkelerinden biride, bu
sistemde insanların insanca
yaşadığını, herkesin topluma yaptığı
katkı ve emek ölçüsünde
yararlandığını, orda yaşayan
halkların ve etnik azınlıkların
özgürce haklarını kulandıklarını,
açıkçası her türlü sömürü, baskı ve
zorbanın ortadan kalktığı bir düzen
olmasından dolayıdır. Hala bu güzel
ideal, uluslararası olumsuzluklara
rağmen, sosyalizmin bütün gücüyle
yaşayacağını ve insanlığın ümidi
olarak dünyayı kucaklıyacağına olan
inancım tamdır. Türkiyedede işçi
sınıfının bunu başaracağına
inanıyorum. Kurtuluşumuz
sosyalizmdir. Kürt halkının
kurtuluşuda Kürt-Türk halklarının
kardeşliğinden
geçmektedir. Hepimiz bu hamuru
yoğurarak, eşit konumlarda,
birbirlerinin haklarına saygılı,
yanyana kardeşçe bir yaşam kurmak ve
halkımıza, çocuklarımıza ve ülkemize
karşı olan en kutsal
görevimizdir. Bunu çağdaş verileri
ve koşulları göz önünde tutarak
başaracağız. Ne kapitalizmin
çeşitli isimler altında tamiri, nede
küreselleşme denilen sistemde
sorunlar çözülür. Tarihin tekerleği
geri döndürülemez. Diyarbakırda,
Riode Janerioda, Meksiko Citide,
Kalkuta, Lahor, Moskova ve en tajik
olanı Nevyorkta Saint-Broklayn
çöplüklerinde yaşamlarını arayanlar,
çağımıza damgasını vuracaklardır.
Bundan kimsenin kuşkusu olmasın."
D.Taskıran
|