Düzgün  TASKIRAN 

 
 
    Anasayfa  |Resimler  |Şiirler   |Site  defteri    |İletişim   |Linkler |        DEUTSCH
 
 
     
 
 
 
KİMSOR VE KİMSOR TARİHİ.  

D.TASKIRAN

     
BAŞLARKEN  
İNSANIN KENDI ÖZÜNDEN UZAKLAŞMASI  
MEZARLIKTAKI YAŞLI  ARDIÇ - MERXA KUMSURE  
KIMSOR’DA DİNSEL INANÇ  
KIMSOR’DA DÜĞÜNLER  
KIMSOR’DA ÜRETİM  

KÖYDEKİ GÜNLÜK YAŞAM

 
MERA İHTİLAFI  
KÜRT SORUNU  
  KIMSOR’LULARDA ULUSAL DUYGULAR  
KIMSOR’LULARIN GELECEKTEKİ KONUMLARI  
BİR KIMSOR’LU GÖÇMENİN HİKAYESİ  
     
 
 
 
 
  BAŞLARKEN  
 
Yamaca kurulu köyüm kimsor.
Mezarlığı bekleyen yaşlı ardıç.
Alnıma kondurduğun öpücükler, duruyor sade ve duru.
Damağımda, kani Kureşin suyu.
Tenimde, kunkorun acı sütü.
Kale sipi'nin şefkati, dolaşır üstümde...
Yaşarken, pembe renkli bir alemde,
Avrupa'nın merkezinde, sana ait  her şey durur içimde.
 
 

Zum Seitenanfang

 
 
     
 

  Köyüm Kimsor’la ilgili bu kitabı yazacağımı bende aklımdan geçiremiyordum. Herşeyden önce, toplumun genel sorunları dururken, bir küçücük  köy hakkında yazmak, ilk bakışta akla yakın gelmeyebilir. Eğer köyümü tanısaydım, bu kitabı yazmayı gerekli görmezdim. Tam da bu noktada kendimi zorunlu gördüm. Küçük sorunları, doğup büyüdüğümüz toplumu tanımadığımız için, büyük sorunları da anlıyabilecek düzeyi yakalıyamıyoruz.

    Bir ağacı tanımadan, bir ormanı da tanıyamayız. Ağacı tanımak için köklerini, gövdesini, dallarını ve yapraklarını tanımalıyız.

    Ağacı bütün yanlarıyla tanıdığımız ölçüde, ağacın ormanla ilişkilerini, ağacın çevresiyle ilişkilerini görmeye başlarız. Küçük bir parçadan büyük bir parçaya doğru adım adım öğrendikçe, bütünü kavramış oluruz. Bütün kavranıldığında, sorunları  çözme yöntemi de kolaylaşır.

    Bu yüzden konuya önce kendi gerçekliğimden başlamalıyım. Belirli bir toprak parçasında ve belirli bir toplumda dünyaya geldim. Bu yer de Kımsor köyüdür. Kımsor’da ve Kımsor’lu da belli bir ülkede, o ülke üzerinde yaşayan belirli bir halkın parçasıdır. Kımsoru tanıdığım ölçüde kendimi, halkımı ve ülkemi daha iyi tanımış olurum.

   Yıllarca ülkemden ve halkımdan uzak kaldım. Uzak kalınca bazı gerçekleri öğrenme imkanım da olmadı. Öğrendiklerim de baş üstü duruyordu.

   1982 yılında Viyana‘da yaşlı bir Avusturyalı ile aramızda bir ko-      nu­şma geçti.

    O güne kadar gerçeklerden uzak, ayakları yere basmayan, hayal dünyasında yaşayan biri gibi sorunlara yaklaşırdım. Yaşlı adamla aramızda geçen konuşmalardan sonra, ilk defa yere düştüğümü farkettim.

    Şimdi yaşlı adamla aramızda geçen konuşmayı, sizlere aktarıyorum.

Yaşlı adam : Nerelisin?

Ben :             Türkiye’liyim.

Yaşlı adam : Türkiye’nin neresindensin?

Ben :             Türkiye’nin doğusundanım

                                                                                          

Yaşlı adam : Yani Kürt’müsün?

Ben :             Evet

Yaşlı adam : Niçin başında Kürt olduğunu söyleyemedin?

Ben :             Bunu gerekli görmedim.

Yaşlı adam : Kürt olduğunu söyleyemediğine göre

                      Kürdistan diye bir yerde bilmezsin?

Ben :             Duydum,  fakat sorunum Kürt’lük değil.

Yaşlı adam:  Sorunun nedir  peki?

Ben :             Demokrasi

Yaşlı adam:  Kürt’lerin mücadelesi demokrasi değil mi?

Ben :             Demokrasinin yalnızca bir küçük parçasıdır.

    Yaşlı adam söylediklerime anlam vermedi. Kendisi Kürt ve Kürdistan üzerine anlatmaya başladı.. Mezopotamya’da kimlerin yaşadığını, Kürdistan’ın kimler tarafından bölündüğünü v.s. O güne kadar hiç duymadığım, bilmediğim konuları anlattı.

    Kısacası, yaşlı adam, bana güzel bir tarih dersi verdi. Ben sorunu yalnızca işçi sınıfının bakış açısından genel doğruları söylerken, Kürtler ve Kürdistan hakkında somut bir bilgiye sahip değildim. Tartıştığım kişi,  sosyalist olmamasına rağmen, ülkemi benden daha iyi tanıyordu.

    Devrimci düşünceleri benimsememe  rağmen, Kürt sorunu kafamda netleşmemişti. Bu kelimeleri ifade edenleri de “milliyetçiler” diye suçlardım. Yabancı birinin ülkemi benden daha iyi tanıması, beni utandırmıştı. Kendi kendime “bu adam bu kadar bilgiyi nereden öğrenmişti?” diye sordum. Türkiye’de biz de okullarda tarih okuduk. Fakat, bu adamın anlattıklarının hiç biri, okuduğumuz tarih kitaplarında yoktu. Ayrıca devrimci  çevrelerde Kürtler’le ilgili, böylesine somut konular hiç tartışmamıştık. 

    Türkiye’de Kürt ve Kürdistan’la ilgili her şey tabu. Bu tabuları yıkmadan, bu düşünceleri öğrenemezdik.  Devrimciliğin çerçevesini de bu yasaklar belirliyordu. Kürdistan’a sömürge bir ülke demek, her babayiğidin işi değildi. 

    1978 yılında, dört arkadaşla sağlık emekçilerinin çıkardığı afişleri, Eyüp hastahanesinin çevresindeki duvarlara yapıştırıyorduk. Ansızın   polisler tarafından dört kişi  yakalandık. Arkadaşlardan ikisi Türk ve biri  ise bizim yöreden bir köylü idi. Bizi en yakın Eyüp karakoluna götürdüler. Karakoldaki komiser, tek tek ifademizi aldı. Sorgulanan kişilerin arasında bir tek dayak yiyen ben oldum.

Karakoldakilerine göre, tehlikeli olmamın başlıca nedenleri şunlardı:

    1-Kürt olmak.

   2-Tunceli’li olmak.

   3-Gecekondularda oturmak(onlara göre buralar kurtarılmış bölgedir)

.  4-Üniversiteli olmak.

   Her ayrı özellikten dolayı, bana dayak atıyorlardı.  Egemen güçler o dönemde tehlikenin nerden geleceğini fark ediyorlardı ve ona göre davranıyorlardı.

    Düzene alternatif gibi görünen kuruluşlarda, Kürt’leri hep yedek bir güç gibi görüyorlardı. Kim politika yapacaksa, Kürtler’in desteğine ihtiyaç duyardı. Devrim gerçekleştiğinde, Kürtler’inde nasıl olsa sorunları çözülürdü. Kimsenin aklına gelmezdi, ya Kürtler ayağa kalkarsa “biz ne yapmalıyız” diye düşünmüyorlardı. Bu noktadan itibaren siyasetçiler politika üretemiyorlardı. Gerçeklerin gerisinde kalıyorlardı.

    Bu dünyada Kımsor’lu olmak veya  Kürt olmak ya da Kürdistan’da  dünyaya gelmek suç mu?  Niçin Kürtler  potansiyel suçlu gibi görülüyor ve inkâr ediliyorlar?

    Dünyanın bütün sorunlarına kafa yorduğumuz halde, kendi halkımız ve kendi ülkemiz hakkında konuşup yazamıyoruz.

    Kendi  gerçekliğimizi kavramadan; Türkiye’yi, Latin Amerika’yı, Çin’i, Vietnam’ı ve dünya’yı  nasıl anlıyabiliriz ki ?

    Bir işe başlarken, önce kendi öz gücümüzü esas almamız gerekir. Kendi gücümüzü bilmemiz için de kendimizi tanımalıyız.   Sorunları doğru tahlil etmenin en basit yolu da burdan geçer.             

İNSANIN KENDI ÖZÜNDEN UZAKLAŞMASI

      Yazıya başlarken, bütünü iyi anlıyabilmek için, onun parçalardan oluştuğunu söylemiştik. Ayrıca bu parçaları oluşturan ortamı da tanımalıyız. Her canlı varlık kendi  şartlarında gelişir. Onu yetiştiği büyüdüğü ortamdan alırsanız, ya canlı varlık kurur; ya da, yeni şartlara ayak uydurur. Bu da yeni bir durumdur. Biz Insanlar da doğduğumuz topraklarda ve toplumlarda gelişiriz. Bulunduğumuz ortamdan koparılıp, başka bir ortama ve başka bir kültüre girersek, kendi öz gerçekliğimizden uzaklaşmış oluruz. Kendi halkımıza ve kendi toplumumuza yabancılaşmış oluruz. Bulunduğumuz şartlardan koptuğumuz içinde bunalımlara sürükleniriz. Ne kendimize ne de başka toplumlara yararlı olabiliriz. Düşünce ve pratik arasındaki  kopuş hızlandıkça kişilik buhranı(depression) ile karşı karşıya kalırız.

    Egemen güçler öylesine bir sistem kurmuşlar ki, her şey aleyhimize işliyor. Bu sistemde ürettiğimiz değerler, dönüp gene  bizleri yokeden silahlara dönüşüyor. Dönen bu çarkın dişleri arasında un gibi öğütülüyoruz.

    Ilkokula başlar başlamaz anamızdan öğrendiğimiz dili unutmaya, küçümsemeye, zamanla anamızı, ailemizi, insanlarımızı ve giderek halkımızı hor görmeye başlıyoruz. Ilkokuldan itibaren, sopayla veya diğer baskı yöntemleriyle Türkçe öğrenmeye başladık. Evde, dışarda, Kürtçe konuşan arkadaşlarımızı, öğretmenlere ispiyon ederdik. Okullarda öğrendiğimiz eğitimle birlikte, doğal yaşantımızdan kopmaya başladık ve özümüzden kopma sürecine girdik.

    Daha sonraki okul yıllarında tamamen başka toplumların bir bireyi olduğumuzu söyleyerek, kendi toplumumuzu hor görmeye başlıyorduk. Kendi  gerçekliğimizden kopan bizler, savrulan toz parçaları gibi, şekilsiz cansız varlıklar gibi ordan oraya sürüklendik.  Bu noktadan sonra yaşadığımızın farkında bile değiliz. Yaşadığımız yaşam, bize ait olmıyan bir yaşam tarzıdır. Çünkü biz, biz değiliz artık. Her şeye  duyarsız, duygusuz bir varlık  olmuşuz.

    Kendi yaşamımdan gerçek bir olayı anlatmak istiyorum.

    1966 yılında  köyde Ilkokulu bitirmiştim. Öğretmenimin   zorlaması sonucu babam beni, Istanbul’daki amcamın yanına gönderdi. Amcam

Hüseyin  beni Eyüp Ebussut Ortaokuluna kaydetti. Dursun Çınar’da

oğlu Ekrem`i aynı okula yazdırmıştı.

   Okulun açılmasıyla Ekrem’le ilk karşılaşmamızda birbirimize caka atmak için, Türkçe konuşmak istedik. Konuştuğumuz Türkçe öylesine bozuktu ki çevremizdeki öğrenciler bizimle alay etmeğe  “Kuyruklu Kürt, Kuyruklu Kürt” diye takılmaya başladılar. Ilk defa yabancı bir ülkede olduğumuzu farkettik. Ikimizde çok şaşırdık.  Ben ve Ekrem, onlara karşı güçsüz olduğumuz için, bir şey yapamıyorduk. Onlarla uğraşmaktansa birbirimizle kavga etmeyi seçtik. Gün boyu kavga ettik. Her karşılaştığımızda, ben onun  kuyruklu olduğunu, o da benim kuyruklu olduğumu ispat etmeğe çalışırdı. Tenefüslerde kağıtlardan yaptığımız uzun kuyrukları birbirimizin arkasına bağlamak için, haince pusular kurardık. Kimin gerçekten kuyruklu olduğunu ispatlamaya çalışıyorduk.  Aklı başında bir  öğretmen çıkıp demezdi ki; “Çocuklar neden kavga ediyorsunuz” diye..

    Allaattin  adında bir Türkçe öğretmenimiz vardı. O  bizim Türkçeyi iyi bilmediğimizi farketmişti. Bu yüzden her Türkçe dersinde, okuma parçasını bana veya Ekrem’e  okuttururdu. Biz Türkçe’yi,  Kürtçeleştirerek okurduk. Bu yüzden de bütün sınıf kâhkalara boğulurdu. Hocamız  bize bilerek okutturuyordu. Hocanın birinci amacı; bir an önce Türkçe öğrenmemizi sağlamaktı. Ikinci amacı da, sınıfta, Türkçe bilmemenin ne kadar ilkel olduğunu ispatlamaktı. Burdaki anlayışa göre, Kürtler madem ki Türk, kendi dillerini neden öğrenmiyorlar. Bu ırkçı eğitim anlayışıydı. Ana dillimizde eğitim yasaklandığı  gibi, ayrıca derslerde diğer halkların dillerini hor görme anlayışı da  aşılanıyordu. Öğretmen ne yaptığını çok iyi biliyordu. Çocuk yaşta bu utanç çemberinden kurtulmak için, var gücümüzle Türkçeyi öğrenmeye çalıştık. Türkçeyi öğrendikten sonra, kimse bizimle artık Kürt diye alay etmedi. Çünkü Türk olmayı  başarmıştık.

     Her insanın en doğal hakkı, kendi ana dilinde eğitimdir. Pekâla biz Kürtler, niçin  başka bir dilde eğitim görmek zorunda bırakılmışız? Başkalarının dilini  bilmiyoruz diye alay ediliyoruz?

     Böyle bir eğitimden geçen bizler, bulunduğumuz ortamda kendimizi inkâr eden  varlıklara dönüşmüştük. Kürt olmada ne olursan ol. Sağcı da  olsan solcu da olsan, dinci de olsan, yeterki Türk ol. Bu yüzden kimimiz CHP li, kimimiz AP li , kimimiz sağcı , kimimiz dinci, kimimiz solcu olduk. Hata aramızda MHP’liler bile vardı.

     Kımsor’dan, ülkesinden kopup gelen bizler. ayrı ayrı kişiliklere büründük, ayrı ayrı şehirlere, ülkelere dağıldık. Atalarımızın yaşadığı

toprakların dışında, her çeşit yaşam tarzını benimsedik. Okuduğumuz okullar, yaşadığımız çevreler değiştikçe,  bizlerde daha güçlü bir

 şekilde asimile olduk.

    Yaşadımız toplumda, sosyal yapının  kötüleşmesi sonucu, ilerici düşüncelere sempati duymaya, bu düşüncelerin ışığında kendimizi tanımaya çalıştık. Bulunduğumuz ortamda mantar türer gibi örgütler, partiler türemeye başladı. Bize yakın olan politik örgütlerde yer aldık.

    Kendimizi tanımaya fırsat bulamadık. Kendimizi tanımamızla ilgili herşey  yasaktı. Kendisini tanımıyan bir insan, yabancı bir toplumda nasıl sağlıklı düşünebilirdi ki?

    Her şeyden önce kendimizi tanıyabilmenin yolu, yaşadığımız toplumda demokrasinin olup olmadığına bağlıdır.   Eğer demokrasi yoksa,  bilimi öğrenmek de zorlaşır. Demokrasinin olmadığı bir toplumda, insanın kendisini tanıması, ifade etmesi de mümkün değildi. Kendini tanımak istediğin ölçüde var olan düzenle çatışmaya başlarsın. Düzendeki yasakları aştıkça, rejimin yüzünü tanırsın. Doğduğun toprakları, yetiştiğin ortamı  tanımaya başlarsın. Halkını tanıdığın oranda, gerçekleri kavradığın oranda, düzene isyan edersin.

   Her toplumun kendine özgü  dilleri ve kültürleri vardır.   Bizimde kendimize özgü dilimiz ve kültürümüz var. Bu özellikler bizim hangi topluma ait olduğumuzu gösterir. Biri kalkar da bu gerçekleri inkar ederse, bilimi inkar etmiş olur. Bilimi inkar etmek te insanlığın gelişmesini  engellemek  olur.

   1997 yıllının yazında Istanbul’da, bizim köyden, eski bir arkadaşla karşılaştık ve sohbet ettik. Arkadaşım o kadar ileri gitti ki, Kürt olmadığını, Alevi olduğunu, Alevilerinde öz ve öz Türk olduklarını ileri sürdü. Aleviliğine itiraz etmedim. Kendisini, “ikimizin konuştuğu dil nedir “ sorusuna Kürtçe demeye zorlandı. Söylemek istediğim şu ki, aynı toprak parçasında, aynı kültürde dünyaya gelmemize rağmen ve hatta aynı aile kökeninden olmamıza rağmen, arkadaşımın kendisini Türk olduğuna inandırmasıdır.  Insanın bu kadar inkarcı olması, akla mantığa uygun mudur?

     Gençlerimize ve halkımıza seslenmek istiyorum. Nerde olursanız olun, nereye giderseniz gidin, atalarınızın yaşadığı toprakları ve o toprakta yeşeren kültürünüzü unutmayın. Birbirlerinizle bulunduğunuz alanlarda, birlik ve dayanışma içinde olun. Istanbul gibi bir kentte, düğünlerde, cenazelerde, kederde ve eğlencede yanyana geliyorsanız, sizi yanyana getiren bu kültürün önemini kavrayın. Bu insani bağlar kaybolursa, insanın geçmişide olmaz. Geçmişi olmıyanın geleceği hiç olmaz.

 

GUNDE KUMSURE

Yamaca kurulu köyüm Kımsor.

Mezarlığı bekleyen yaşlı ardıç.

Alnıma kondurduğun öpücükler,

                duruyor sade ve duru.

Damağımda, kani Kureşin suyu.

Tenimde, kunkorun acı sütü.

Kale sipi’nin şefkati,

                dolaşır üstümde....

Yaşarken, pembe renkli bir alemde,

                Avrupa’nın merkezinde,

sana ait her şey durur içimde...

                                         D.TASKIRAN

   Kımsor, Dersim bölgesindeki Nazımiye ilçesinin Derova nahiyesine bağlı bulunan bir dağ köyüdür. Nazımiye’den, yaya dört saat uzaklıkta ve denizden 1950 metre yükseklikte bulunur. Köy, yüksek dağların arasında, bir yamacın üzerinde kurulu ve  geniş bir alana sahiptir. Nazımiye’deki 32 köyün en büyük mera alanı Kımsor’undur.

Kuzeyinde: Civarik, Germik, Melkis, Balık, Maskan,

                    Herdif  köyleri

Güneyinde: Derova nahiyesi, Haag köyü

Doğusunda: Mezra Şiğan, Tari, Holhol 

Batısında:    Koyser köyü vardır.

Kımsor’a bağlı dört Mezra vardır. Bunlar:

Keşişan (Dağdibi), Tümüşefkan, Pajgan, Gomaçetan

Kımsor’lular Kurmancı  konuşurlar. Sonradan gelip köye yerleşen Gomaçetanlılar Zazaki konuşurlar.

    Köyün en yakın dağı Kale Sipi’dir. Burası aynı zamanda adakların kesildiği ziyaret yeridir. Kale Sipi’nin eteğinde  Kej ormanı vardır. Köyümüzün en büyük ormanı Bezik’tir. Çeşitli ağaç türlerini bağrında bulundurur. Köyün önemli meraları: Teğkin ve Uskale’dır.

    Nazımiye ilçesinin eski ismi Kızılkilise’(Kısle)dir. Romalılar döneminde kalmış bir kale vardır. 1938 Dersim katliamına kadar, Türk hükümetleri bu bölgeye hakim değildiler. Senenin  6-7 ayı kıştır. 5-6 metre kar yağar.

    Nuri Dersim’inin “Kürdistan tarihinde Dersim“ adlı kitabında Nazımiye’de yaşayan aşiretler şöyle:

                             Arelan(Arıllı)                   

                            Kureyşan(Kureyşanlı)

                            Karsanan (Karsanlı) 

                            Şeyhmehmedan(Şeyhmehmedeanlı)

                            Hormekan (Hormekli)

                            Kumsuran(Kımsorlu)

                            Lolan (Lolanlı

                            Maskan(Maskanlı)

                            Alan (Alanlı)

Burdaki  sıralamada Kumsuranlar, ayrı bir aşiret olarak ele alınmıştır.

   Kımsor’un tarihi hakkında yazılı belgelere ulaşmak mümkün olmadı. Devletin elinde belgeler varsa da bunlara ulaşamadık.

 Ancak yaşlı insanlarımızın, büyüklerimizin sözlü anlatımlarına başvurduk. Akla yakın  düşünceleri bu kitapta toplamaya çalıştık.

    Araştırmalara göre, biz Dersim’li Kürtler önce Horasan göç etilmişiz. Ortam yatışınca tekrar Horasan’dan ana toprağımıza geri dönmüşüz. Horasan’dan gelen atalarımızın kökenlerinin nerelere dayandığını değerli araştırmacı Mehmet Bayrak’ın “Aleviler ve Kürtler” adlı eserinde şöyle anlatılmaktadır.

 “Horasan’ın tarihsel boyutu şudur. Özellikle Osmanlı Devleti’nde Sünnilliğin, Safevi (Pers) Devleti’nde Şiiliğin egemen devlet ideolojisine dönüştürüldüğü 16. yüzyıldan itibaren başta Dersim olmak üzere başlıca Alevi-Kürt yerleşim bölgeleri bir yandan Osmanlı’nın, diğer yandan Safevilerin boy hedefi ve saldırı alanı haline geliyor. Çünkü milliyetlerden ve inançlardan dolayı Osmanlı ile; milliyetlerinden ve kısmen de inançlarından dolayı Safevilerle çelişkiye düşüyorlar. O aşamada Sünni Kürt beyliklerinden önemli bir bölümü Osmanlı ile anlaşmış (16. yüzyıl başları), küçük bir bölümü de Safevilerin yanında yer almıştır.  Alevi Kürtlerin bu ulusal ve inançsal çelişkisi dolayısıyla her iki devlet  de başta Dersim olmak üzere Alevi-Kürtleri hasım güçler olarak görmekte, güvenmemekte ve onları ya kendileri açısından işe yarar duruma getirmeye çalışmakta, ya da iç bölgelere sürerek etkisizleştirmektedirler. Işte Kürdistan’da göç haritalarına baktığımızda, özellikle bu yüzyıldan sonra batıda Anadolu’ya, doğuda Hindistan’a kadar Kürt göçlerini görüyoruz. Her iki devletin baskı ve zulmü sonucu kendiliğinden gelişen göçlerin yanısıra, 16. yüzyılın sonları 17. yüzyılın başlarında Dersim’den Horasan’a önemli bir göçertme de Safevi Şahı I. Şah Abbas döneminde yaşanıyor. Bu dönemlerde Dersim, Safevi toprağıdır. Ünlü Kürdolog Martin Van Bruniessen ”Ağa, Şeyh ve Devlet “ adlı çalışmasının “Kuzeydoğu Iran’a (Horasan) göç “ bölümünde özetle şunları söylüyor: “Iran’ın kuzeydoğu eyaleti kuzey Horasan’da bir kaç yüzbin Kürt yaşamaktadır. Bazıları hala göçebe, çoğu da yerleşiktir. il diye adlandırılırlar. Buradaki aşiretler üç grupta toplanmıştır. Şadlû, Zafiranlû ve Keyvanlû. Kullandıkları dil Kurmanci’dir. Kürtlerin çoğunluğu Sünni olmasına karşın onlar hala Şiidirler. Özgün gelenekleriyle Çemişgezek diye adlandırılan geniş aşiretlerden gelmekteler. Çemişgezekliler buraya, 1600’de Şah Abbas tarafından Özbek ve Türkmenlere karşı sınır korumaclığı için gönderildiler. Kürdistan’dan gelmiş başka aşiretler de vardı. Kabilelerden biri de Hasanlû’dur. Ve Hınıs’taki Hasenan aşiretiyle ilişkisi olduğu belli oluyor.”(a.g.e.,s.213-215)

    ‘Safevi şahları tarafından Kuzey Horasan’a yerleştirilen ve kuzeydeki Sünni  Özbeklere ve Türkmenlere karşı kullanılan Dersim kökenli bu Alevi-Kürt aşiret topluluklarından bir bölümü, savaş sonrası barış aşamasında eski topraklarına geri dönüyorlar, Işte”Horasan’dan gelme” olayı budur. (a.g.e., s.73)

    Horasan’daki aşiretlere baktığımızda, iki büyük aşiret konfederasyonundan biri Zafiranlû (Çemişgezek), diğeri Şadlû’dur. Birincisi Dersimi’in Çemişgezek, öteki Şadyan aşiretiyle bağlantılıdır.

   Şadiyanlılar oldukça geniş bir alana dağılmışlardır. Bu yerler: Dersim bölgesinde Mazgirt’te, Erzincan Refahiye’de, Kiği’de Adana/Tufanbeyli’de Belbaşı, Katarası, Altınova,  Akçal  köyleri; Maraş/ Göksun, Düğünyurdu, Göynük, Kutu köyleri; Maraş/Afsin de  Arıtaş/Incirli (Iunu) köyleri.

    Şadiyanlılar Kurmancı konuşurlar ve Alevidirler. Dersimden diğer yörelere  dağılmışlardır.  Kumsuranlar da Şadiyan aşiretinin bir kolu-dur. Bazı kesimler kendilerini Kımsor’lu aşireti olarak değerlendiriyorlar.

    Dedelerimizin, Kımsora gelmeden önce Mazgirt dolaylarında yaşadıkları, Şadiyan aşiretinin bir parçası oldukları bilinmektedir. Mazgirt’e aralarındaki çelişkilerden dolayı ordan ayrılmışlar  ve  önce Seter yakınlarındaki Goma Zimetek’e gidip yerleşmişlerdir. Ordan da, dedemiz Use Zere bugünkü Kımsor’a gelip yerleşmiştir.

     Uzun bir dönem Nazimiye’de esnaflık yapan, Kımsor’lu Yusuf Ceylan’ın anlatımlarına göre Kımsor’un tarihsel gelişimi aşağıdaki gibi gerçekleşmiştir:

    “Bundan  yaklaşık 400 veya 500 sene önce, USE ZERE adında bir dedemiz varmış.  Zimetek köyünde yaşarmış. Ordan askere alınmış. Şavaşlar nedeniyle uzun bir dönem, tam yedi yıl boyunca askerlik yapmak zorunda kalmıştır. Askerlik süresince gösterdiği başarılar nedeniyle bir takım başarı belgeleri alır. Terhis olduktan sonra köyüne döner. Askere gitmeden önce evinin önüne bir dut ağacı dikmiştir. Ağaç büyümüş ve meyva vermiştir. Uzun askerlik döneminden sonra köyüne döner ve evinin yanındaki dut ağacının altında oturur. Köylüler yanına gelirler ve ona derler ki : “Bu yer, artık sana ait değildir. Devletin  memurları buraya geldiler. Evi ve araziyi başkasının üzerine tapu ettiler.” Use Zere bu duruma sinirlenir. Onlara memurların hangi istikâmete  gittiklerini sorar.

    Use Zere kalkar memurların peşine düşer ve onları Gaza Saviyan dağının tepesinde yakalar. Orda memurlara başından geçenleri, anlatır. Yedi yıl askerlik yaptığını, aldığı başarı belgelerini gösterir.

    Memurlar onu dinledikten sonra yaptıkları haksızlığı gidermeğe çalışırlar ve ona derler ki : “Burdan bize işaret baş parmağınla göster. Göstereceğin  yerleri senin üzerine tapu yapacağız.”

   Use Zere baş parmağıyla Saviyandan görebildiği şu yerleri gösterir. Kavağe Gazeyi, Kunkoluka Sake, Rastane, Çirkine, Gaza Res, Uskale, Bere Salık, Deriya Zurun, Kevire camiye, Kafe Ceme, Dara Use Mame ve te Savyan.

    Memurlar, Use Zere’nin üzerine  gösterilen yerleri  tapu ederek, ordan ayrılırlar. Duyumlara göre Use Zere Zimetek’e tekrar geri döner. Ordan bir yatak ve bir öküz alır. Uzun bir yolculuktan sonra hayvanı yorulur, olduğu yerde yıkılır. Hayvanın durduğu yerde kalır ve Kımsoru kurar.

Kımsor’un o zamanki adı PULE SOR’ dur.

   Zamanla  aşağı Kımsor 400 haneye ulaşır. Kalabalık bir nüfüs barındırır. Kımsorun etrafında farklı aşiretler var. Onlar kurmanç olan Kımsorluları sıkıştırıyorlar ve sürekli hakaret ediyorlar. Bu baskılara dayanamayan dört yüz hanelik köy dağılmak zorunda kalıyor. Dağılan aileler bir kısmı HOLHOL’a (Simdiki Kiği) , bir kısmı AVAREN’a (Tercan), bir kısmı CAREKAN’a (Altınhüseyin) ve Varto taraflarına doğru göç ediyorlar ve oralarda yeni yerleşim bölgeleri kuruyorlar.

    Aşağı Kımsor (ĞIRAVABUNE KIMSOR) dağıldıktan sonra yukarı Kımsor kalır.

    Yukarı Kımsor’da Mehemedanlar sülâlesi egemendir. Diğerleri dağılıp gitmiştir. Aşağı ve yukarı Kımsor’un nereye bağlı olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Duyumlara göre  Erzincan’a bağlı olabilir. Use Zere’nin toprakları büyüdükçe çevredeki aşiretlerin saldırılarıda artmaktadır. Kureşanlar Afacanlara (Pajganın adı),  Aryanlar ve Karsanlarda fırsat buldukça sürekli Kımsora saldırmışlardır.

    Yukarı Kımsorda o dönemde şu aileler kalıyordu

 1- MEHEMEDANLAR

     Bunların çoğunluğu Sakuliyanlardır. Bugünkü Kımsorlu’ların devamı olan sülâledir.

 2- ALANLAR ın yeri Gomaçetu’dur

 3- RESULANLAR da Keşişte oturmaktadırlar.

    Bunların çoğunluğu Averanlı ve Hasan Efendinin torunlarıdır. Kımsor’u korumak, yeni haklar elde etmek için oldukça mücadele vermişlerdir. Hasan efendinin torunları Kımsor’u işgal etmek isteyen

aşiretleri mahkemeye vermişler.  Mahkeme Dıyarbakır’da görülmüş. Mahkemede bir takım delil’ler göstermişlerdir. Bu delil’lerin arasında Çetan’daki değirmenin yeri var. Derova ile aradaki sınır   çizgileri gösterilerek. tapulu yerlerin kimlerin üstünde kayıtlı olduğunu ispatlıyorlar.

 KEŞIŞANLAR: Bunlar Hacı Mehmetin torunlarıdır.

Avran köyü, Hacı Mehmet’indir. Hacı Mehmet Kımsor için çok çalışmıştır. Kardeşi ve yegenleri vardır. Bunlardan biri de Seferi’dir.

    Duyumlara göre Kımsor’un tapusu Averanlı Hasan Efendinin üstündeymiş. Hasan Efendi, Asağı Kımsor dağılmadan önce, orda yaşayan 400 aileye tapularını vermiş.

    Dağılmadan önce, aşağı Kımsor da çoğunlukta olan  Resulanlar ve Mehemedanların tapuları vardır. Diyarbakır’dan bir heyet gelir ve  keşif yerlerini tespit eder. Mahkemede gösterilen delil’ler ispatlanınca, heyet  yeniden kararı verir. Asağı Kımsor’u aşiretlerden alır ve Kımsorlulara tekrar geri verir.  Gelen heyet köyün ismini Pule Sur olarak kayıtlara geçirmiş. Pule Sur sonradan ismi Kumsur, daha sonrada Kımsor olarak değiştirilir.

   O döneme kadar aşiretlerle Kımsorlular arasında doğru dürüst bir uyumdan bahsedilemez.

 4-PAJGANLAR (Mafacanlar) da Kımsorludur. Aşiretlerin baskıları sonucu gidip Cönek’e yerleşmişlerdir. Daha sonra bir kısmı geri dönmüştür. Kımsor her zaman merkez olarak kalmıştır.

    Use Zerenin sülâlesi şunlardır. Mehemedanlar, Ibanlar, Mahmudanlar, Alanlar, Resulanlar, Mafacanlardır. Hepsinin soyları Use Zere’ye dayanır.”

    Köyün tarihi ile ilgili başka rivayetlerde var. Şadilli aşiretinden kopan dedemiz, Seter köyünde çobanlık yapar. Ordanda Harige, Ğosum köyleri üzerinden Teğkin’e gider. Ordanda bugünkü  Kımsor’a gelir, yerleşir. Köyün ilk adı Mezra Sak diye geçer. Daha sonra Kumsur olarak değiştirilmiş. Dede Sakuli, Barav adında dul bir kadınla evlenmiş. Kadının eski eşinden  bir oğlu varmış. Sakuli’den bir kaç oğul daha dünyaya getirmiş. Bunlar; Ahase Sakuli, Sılıke Sakuli, İvrahime Sakuli, Mamude Sakuli, Aliye Sakuli vs.”

     Aşağı Kımsor ilk baba ocağıdır. Kısa bir sürede üretim ve nüfus  hızlı bir şekilde gelişmiştir. Bunu çekemeyen komşuları, aralarında ittifaklar oluşturarak Kımsor’lulara karşı savaş açmışlardır. Bu tahminen 1830 yılları cıvarında olmuştur. Karşı cepheyi oluşturan Karsan, Areli ve Kureşan aşiretleri, Kımsor’luların oraya yerleşmesini kabullenemediklerinden dolayı, onlara karşı şavaş ilan ederler. Yıllarca süren savaşlar sonucunda aşağı Kımsor dağılmak zorunda kalır. Bu dağılış Dersim hudutlarını da aşar. Büyük bir kısmı Bingöl ili Kiği ilçesine bağlı Holhol köyünü kurarlar. Diğer bir kesimi Erzincan’nın Tercan ilçesinin Ağveren köyüne yerleşirler Diğer bir kısmı ise Sıvas’ın Kangal ilçesine göç ederler. Hatta şu anda Eskişehir’in Mihalliçık ilçesine yerleştiklerine dahi tanık olmaktayız.

    Bu ağır göç sonucunda tekrar araya giren, hakem rolünü oynayan Çarekan aşiretinden Şahhüseyin beylerin girişimiyle, şu andaki yukarı Kımsor kuruluyor. Tekrar kurulan Kımsor, barış ve kardeşlik yuvası olmuştur. Her türlü anlaşmazlıktan uzak, kendi sorunlarını, kendi aralarında çözen örnek bir köy olarak anılmaktadır.

    Dışardan Kımsor’a gelip yerleşen ailelerde vardır. Bunlar Hıdan, Mala Üzere, Gomaçetan gibi.  Hıdan; Nazımiyenin güneyine düşen Areyan aşireti mensuplarının yaşadığı bir mezradır. Sakulinin çocuklarından biri Hıdanlı bir kızla evlenir. Hıdanlı Hemed isminde biri, eşeğiyle Kımsor’a gelir, akrabasını ziyaret eder. Kımsor’a giderken damadına bir “Loğ”(Toprak damların  damlamaması için,  yuvarlak şeklinde yontulmuş ağır bir taştır) götürmek ister. Loğ ağır olduğundan eşeğine acır. Loğ’u kendisi taşır. Onun için kendisine  Heme Hér lakabı takılır.

    Kürtçe’de başa takılan örgülü fese “Kım” denir. “Sor “ ise yine Kürtçe’de kırmızı olarak bilinir. Böylelikle Köyümüzün adı “Kımsor” olarak tarihi adını alır. Dayatmalara rağmen direnişini ve canlılığını korumakta kararlıdır. Kendisine uymayan yakışıksız sıfatları redetmektedir. 

   1960‘larda, devlet köyümüzün adını Yayık ağıl (yayık yayanların ahırı) olarak değiştirdi. Devlet, kürtçe olan tüm isimleri türkçeleştirerek asimile etmeği amaçladı. Fakat biz Kımsor’lular, köyümüzün adını zihinlerimizden silmedik ve  bu ismi asla unutmıyacağız.

    Nazımiye ilçesinde, Kürtçe’nin Kurmancı konuşan tek köyü Kımsor’dur. Bu niteliğinden dolayı, Dımıli Zazaki konuşanlar Kımsor’a karşı herzaman önyargılı davranmışlardır. Kımsor’lular komşularıyla daima resmi bir tavır içinde olmuşlardır. Kımsor’un dağılmasında dilin de belki önemli bir rolü olmuştur. Dışardan gelen azgın baskıya karşı, lehçelerini unutmadan bu güne kadar, yarım yamalakta olsa sürdürebilmişlerdir. Bütün Kımsor’lular istisna Zazaki’yi ikinci dil olarak benimsemişlerdir.  Ama buna karşılık komşu köylerimiz zahmet edipte, bir tek Kurmancı kelimesini öğren­memeye direnmişlerdir. Kımsor’luların Nazımiye‘deki konumu, ay­nen Kürtlerin Türkiyedeki durumunu hatırlatmaktadır.

   MEZARLIKTAKI YAŞLI  ARDIÇ - MERXA KUMSURE

     Köy ve Mezraların en güzel yerlerinde, köyün girişlerinde mezarlıklar kuruludur. Kumsuranlar, ölülerini, kendine yakın yerlere gömerlerdi. Inançlarına göre, ölenlerin ruhları yakınında olması,  saygının bir gereği idi. Eskiden ölülerin değerli eşyaları, ölü ile birlikte mezara gömülürdü.

    Büyüklerimiz bizlere, mezarlıktaki cinler ve perilerden o kadar çok şey anlatırlardı ki, mezarlıkta yalnız başımıza dolaşmaya cesaret edemezdik. 

    En önemli geleneklerden biri de, biri öldüğünde kırkıncı günde ve her sene ölüler için yemekler (madağ) verilirdi. Yemekte, evin durumuna göre zervet, şir, etli yemekler, pilav, komposto ve helva ikram edilir. Önce büyükler yemeklerini yerlerdi, ellerini yıkarlardı. Daha sonra çocuklar ve kadınlar yemek yerlerdi. Büyüklerin artıklarını çocuklara verirlerdi. Daha sonraki yıllarda  köyümüzün ileri gelenlerinden Sait Efendi bu kuralı değiştirdi. 

    Kımsor’da mezar kültürü çok zayıftır. Aradan bir kaç nesil geçtikten  sonra, kimse ölen kişinin yerini bile bilmiyor. Avrupa’da gezdiğim mezarlıklar sanki bir gül bahçesi gibidirler. Belediyeler özel ilgilenmektedirler.

    Hatırladığım kadarıyla eski insanlarımız ölüleri için perşembe günlerinde mum yakarlardı, dua ederlerdi. Köyde kimse kalmadığına göre, bu gelenekte sanıyorum unutulmuştur.. 

              Kımsorun yolu çamurlu,

                                                   taşlı

             Sevgililerin yürekleri

                                 buruk ve yaslı

             Kımsorlular ayrıldı ayrılalı

             Mezardaki Çınar’ın gözü yaşlı....

     Kimsorun kuruluşundan beri, mezarlığımızın baş ucunda yaşlı bir Ardıç (Merğa Mezele) bulunur. Bu ağaçın Kımsor’la yaşıt, hatta daha yaşlı olduğu söylenir. Kımsor’un gerçek tarihini ancak o bilir. O konuşmadıkça yeterli bir bilgi sahibi de olamayız.

   Yaz sıcaklığında onun gölgesinde oturmak, insana huzur ve rahatlık verir. Köklerinden çıkan her damar Kımsor’da oturan ailelerin sayısını bize verir. Yüz hatlarında yaşadığı çile ve sabır okunur. Kocaman ve muhteşem gövdesiyle toprağa sıkıca sarılmıştır. Yılın dört mevsiminde,  atalarımıza ve bizlere, bir ana kucağı kadar yakındır. Bizler Kımsoru terk etmemize rağmen, yaşlı ardıç, usanmadan topraklarımızda bekçilik görevini yapmaktadır.

    Yaşlı ardıç, evlatlarından uzak olmanın acısını yüreğinde duymaktadır ve bu yüzden öfkelidir.

    Yaşlı ardıç evlatlarına seslenir: ”Hani birbirimizi görmediğimizde, yaşamın anlamsız olduğunu söylerdik. Işe başlamadan önce, eteklerime dokunur, dua eder giderdiniz. Ne çabuk unuttunuz, beni ve ayaklarımın dibinde yatan atalarınızı. Yaban ellerde beyninizi mi yıkadılar?  Şunu unutmayın ki, tilki gider dolaşır, kürkçü dükkanına geri dönermiş. Siz benim çocuklarımsınız. Mayanızda benden bir parça var. Nereye giderseniz gidin, beklerim yolunuzu. Ağlayan her ananın yüreğine sorun, sizi ne kadar sevdiğimi anlatır. Başka diyarlar da kök salıp yeşeremezsiniz. Sizin kökleriniz de benim gibi, burdaki topraklara bağlıdır. Gerçek huzuru ve mutluluğu ancak birlikte ve bu topraklarda  buluruz.”

     Merxa Kumsur’dan  yıllarca uzak kalsak  da, onu içimizden  söküp atmamız mümkün mü? O anaların anası ve ataların atasıdır. Anasını ve atasını tanımıyan biri ancak onu unutabilir. Ölümden sonra, onun koynunda yatarak, gerçek tarihimizi öğrenebiliriz. Atalarımızın yaşadığı toprakları tanımak, onları unutmamak hepimizin arzusu olmalıdır. Bunlardan habersiz yaşamak köksüz bir ağaca benzer. Dışardan esen bir rüzgarla her an devriliriz.. Devrilen ağaç çürümeye mahkumdur...

KIMSOR’DA DİNSEL INANÇ

     Insanlık tarihi kadar, din tarihi de eskidir. Ilk insanlar doğa ile sürekli içiçe yaşadıkları için doğaya inançları da o derece güçlüydü. Doğada korktukları veya yararlı gördükleri her varlığa inanmışlardır. Çok tanrılı dinlerden, günümüzdeki tek tanrılı dinlere gelinceye kadar, dinler de sürekli değişime uğramışlar. Ilk insanlar doğada avlanırken korktukları hayvanları kutsamışlar. Yerleşik topluma geçtiklerinde doğaya, güneşe, aya ve  yıldızlara inanmışlardır.

     Biz Kımsorlu Kürtler’de bugüne kadar halen, eski dini inançlarımızı sürdürmekteyiz. Güneşe, ateşe, dağlara inanmaktayız. Bu inançlar Zerdüşt dinine aittir. Zerdüşt, Atalarımız Medlerin bir peygamberidir. M.Ö. 660-583 yıllarında yaşamıştır. Zerdüşt‘lüğe göre halk ışığa, ateşe, suya, toprağa, rüzgara ibadet eder. Ibadet olarak kurban keser­ler. Tapınaklar yerine, kurbanlarını yüksek dağ başlarında sunarlar. Zerdüşt inançlarına göre sabahları yönümüzü güneşe çevirir dua ede­riz. Güneş canlılığın ve yaşamın kaynağıdır. Ateşte, güneşin yer-yüzündeki sembolüdür. Ocaktaki ateşi hiç bir zaman söndürmeyiz.

Ateş kötülüklerden korunmak için sürekli yanar. Ateşin sönmesi aile­nin sönmesi anlamına gelir. Zerdüşt dini, aynı zamanda, kötülüklerle mücadele etmek için, çalışmak gerektiğini bize öğretir.

    Kımsor‘lunun en belirli özelliklerinden biri, kendisinin yarattığı örf adet ve geleneklere sıkı sıkıya bağlı olmasıdır. Öyleki kendi lokal tapınak ve ziyaretlerini kendileri yaratmışlardır. Yöremizdeki bazı dağlar kutsal bilinir, ziyaret edilir kurbanlar kesilir. Kımsordaki önemli ziyaretler Kale Sipi ve Hızıre Kumsure’dır. Bütün bunlar gösteriyor ki, Kımsor halkı, çevresinde çoğunluk teşkil eden diğer aşiret veya kabilelerden uzak durmak için, ayrı inançlar yaratmıştır. Kendisini eritmek, yok etmek isteyen baskıcı güce karşı bu yöntemi seçmek zorunda kalmışlardır. Onun için Kale Sipi’ye yapılan bir adak veya kurban büyük sevap sayılır.

    Düzgün Baba ve Sülbüs gibi ziyaretlere de giderlerdi. Bu ziyaret­lerden alınan topraklar Teberik (Teverık) olarak saklanırdı. Suya ko­nulup, hastalara suyu içirilir. Içilen su hastalara sifa verirdi.

    Islam dininin kabul edilişinden sonra, M.S. 13.y.y  Horasan‘dan göç eden Goran Kürt aşiretlerinin (Kureyşan, Bamasuren)  aracılığıyla Alevilik Dersim bölgesine girdi.

    Alevilik Hz Ali‘nin taraftarlarının benimsediği mezheptir. Hz Ali­nin camide katledilmesinden dolayı, bir haksızlık olmuştur. Bu haksızlığa karşı çıkan, bizim gibi mazlum halklar  Hz Ali’ye sahip çıkarak, onun yolunu,  kendi eski dinleriyle birleştirerek, kendilerine özgü bir din benimsediler.

    Dini inançlarımızda insana değer verilir. Zalime karşı, mazluma sahip çıkılır. Kımsorlular, dini bilgilerini Pirler aracılığıyla öğrenirdi. Pirler, köyde düzenli tâliplerini ziyaret ederler ve onlara Alevilik yolunu anlatırlardı. Onlara gelecek ile  ilgili düşünceler anlatırlardı ve Cem bağlarlardı. Pirler veya dervişler tarafından ip (Bend gıredın) bağlanırdı. Iplerin manevi tedavi kuvvetine inanırlardı.

    Yılbaşında gağan kutlanırdı. Hiristiyanlar‘da Noel bayramı diye geçer. Anadolu’da yaşayan halkların ortak bayramıdır. Durumu iyi olanların, mallarını yoksullarla paylaşmasıdır.

     Alevilerin inançlarında, Hızır orucu da önemli bir yer tutar. Her yıl 13 şubatta, Hızır için üç gün oruç tutulur. Bu üç gün süresince, bazı genç kızlar su içmezler. Rüyada kendilerine su verecek gençle evlene­ceklerine inanırlar. Oruçtan sonra (Kavut) buğdaydan yapılmış unu, bir kap içerisinde en yüksek yere indirirler. Çevresinede  mumlar yakarlar. O gece Hızır’ın işareti beklenir. Rivayetlere göre içi temiz olanın evine Hızır gelerek, kavuta parmak basar ve o eve bereket getirmiş olur. Sabah olunca da kavut, yağ ve balda pişirilerek komşu­lara dağıtılır. Bayram şeklinde kutlanır.

    Hz, Hüseyinin kerbela‘da sehit düşmesinden dolayı 12 imam orucu tutulmaktadır.Bu süre içerisinde hayvansal hiç bir şey yenilmez. Su içilmez. Kan dökülmez. Akşamdan akşama, 24 saate bir yemek yenilir. 12.ci günden sonra  kurbanlar kesilir ve aşure yapılır. Aşureye oniki çeşit meyve konulur. Bayram kutlanır, kurban ve aşure dağıtılır.

    Alevilerde  sünnet, misayiv, kirvelilik gibi kurumlar da  önemli yer tutar.  Kirvelik (Kiriv) : Aileler arasında güven ve samimiyet sonucu dostluklar kurulur. Kurulan dostluklar kirvelikle pekiştirilir. Kirvelik, bazende aileler arasındaki anlaşmazlıklara son verilmesi içinde kuru­lur. Her ailenin hemen hemen bir kirvesı vardır. Kirvelik kutsal bir bağdır. Kardeşlik bağından daha önemlidir. Kirveliğe ihanet günah sayılır. Kirveler arasında kız alıp verme yoktur. Toplumda birbirlerini kollarlar. Sünnetlerde kirve davet edilir. Kirve, sünnet edilen çocuğu kucağına alır ve hediyesini takar. Eskiden kirvelikte 12 Kuruş takılırdı. Daha sonra yerini çeşitli hediyelere bıraktı. Kirvelik ömür boyu devam eder.

     Alevilere Kızılbaş‘da denilmektedir. Aleviler tavşan etini ye­mezler. Ari inançlarına göre tavşanın ayakları, tek ve yarıklı ol­mayışıdır. Ayrıca korkak bir hayvan oluşudur. Korkak hayvanların avlanması mertliğe yakışmıyan bir davranıştır.

     Alevilik ile Şiiler arasındaki farkta, camiye gidip gitmeme şeklin­dedir.

     Alevilerde tek evlilik esas alınırken, Islamdan ayrılan en önemli noktadır. Ikinci evlilik bir zorunluluk sonucu olur.  Pir ve mürşit karar verir Alevilikte kadına değer verilir.

     Alevilik ile Bektaşilik arasındaki fark ise, Bektaşiliğin devlet ta­rafından ıslah edilmesidir.

    Ekonomik ve topumsal sorunların derinleşmesi ile Kımsorlular  başka alanlarda yaşam kavgasını sürdürmeye başladılar. Yerleştikleri bölgelerde yeni düşünce ve inançlar benimsediler. Eski dini inançlarını terkettiler. Bingöl çevresine yerleşen  Kımsorlular, Sünni mezhebini geçtiler. Büyük şehirlere giden Kimsorlular, köydeki dini inançlarından vazgeçerek bulundukları  ortamlara ayak uydurdular.

KIMSOR’DA DÜĞÜNLER

     Kımsor‘lularda  çevre komşu köylerden kız alma, verme geleneği yok denecek kadar azdır. Bu tutuculuk yüzünden, köyler arası ilişkiler düzelmemiş ve köy yeniliklere kapalı kalmıştır.

    Düğünlerin özel bir önemi vardır. Düğünler, üç gün, üç gece sü­rerdi. Düğünlerde davul zurna çalınır. Govend oyunları oynanır. Ziya­fetler verilir. Damat tarafından bir grup insan, kız tarafına gider. Köye girişte havaya silahlar atılır. Düğüncüler, o akşam orda konaklar. Allahın emri kıyılır ve şerbet içilir. Akşam kız ve oğlana kına (henne) yakılır.   Ordaki bütün masrafları kızın ailesi karşılar. Ertesi gün gelin ata bindirilir, yanında kendisine bir bayan (bervi)  refakat eder. Kıza ait eşya (Çeyiz) birlikte alınır. Kızın ailesinden biri, kızla birlikte gider.   Gelin eve getirildiğinde, at sırtında kapının önünde durdurulur. Damat sağdıçla kolkola evin damına çıkar.   Damat bir mendille ağzını kapatarak, sağ eliyle bir elmayı üç defa salladıktan sonra, gelinin başına nişan alır, atar. Arkasından bir tabak üzüm, meyve ve ufak para da  gelinin başına serpilir. Orda bulunan seyirciler atılanları almak için birbirleriyle boğuşur. Damat ve sağdıç aşağı iner. Indiğinde, gelenek­lere göre kendilerine dayak atılır. Gelin  attan inmez; ta ki kayınbabası gelipte, geline herhangi bir hediye verinceye kadar. Gelin damadın evine girdiğinde kapının eşiğine konulan kaşığı kırar. Uğur getirir diye söylenir.

   Evlenen gençler bir hafta gözükmez. Daha sonra anne ve babaya giderler, ellerini öperler.

KIMSOR’DA ÜRETİM 

     1970 öncesi dönemde, köylülerin büyük çoğunluğu kendi toprakları üzerinde yaşıyordu. Üretim biçimi esas olarak feodaldı. Feodal üretime rağmen, Kımsor’da ağa, bey v.s gibi kurumlar yoktu. Üretim en ilkel yöntemlerle yapılır.  Her aile kendisine ait toprak parçasında çalışır. Ailede sözü geçen erkektir. Kadınlar ve çocuklar  bu kuruma itaat etmek zorundalar. Erkekleri olmayan ailelerde kadın bu boşluğu doldurmaktadır. Köylülerin kendilerine ait toprak parçasına sahip olması, aynı zamanda bireyciliği de geliştirmektedir. Her aile bir kapalı kutu gibidir. Birbirleriyle dayanışmaya girerken, güçlü aileler her zaman avantajlı  konumlarını sürdürmekteler.

    Köylüler kendi tarlalarında en ilkel yöntemlerle çalışırlar. Öküzle çift sürmekte, Katırla yük getirmektedirler. Bu araçlara sahip olmayan kişiler, kendi gücüne güvenmek zorundadırlar.

    Hayvancılık fazla gelişkin değildir. Her ailenin  bir kaç büyük baş hayvanı ve 10-15 küçük baş hayvanı vardır. Bu da ancak ihtiyaçlara cevap verebilir. Bazı ailelerde bu da yoktur. Kış şartları beş ay karlı geçtiğinden, köylüler hem kendi ihtiyaçlarını, hemde sahip olduğu hayvanların ihtıyaçlarını  tedarik ederler. Insanlar, kendilerinden çok hayvanların ihtiyaçları için çaba harcamaktadırlar.

    Köylüler, en temel ihtiyaçlarını ekmek (nan), ayran (deu), çökelek (turak), yağ (run) v.s. kendi imkânları oranında  üretiyorlardı  Geri kalan ihtiyaçlarını, çay, şeker, elbise v.s gibi ihtiyaçlarını da para karşılığında satın alırlardı. Para da, ancak gurbette çalışan kişilerde bulunurdu. Üretim fazlası olanlar, ürettiklerini satarak önemli ihtiyaçlarını satın alırlardı.

    Devletin,  ekonomik alanda köylülere hiç bir yardımı olmamıştır. Üstelik her sene düzenli olarak onlardan varlık vergisi almaktadır. Devletin yaptığı tek iyi şey okuldur.  Bunu yapmaktaki esas amacı, Kürt kardeşlerini Türkleştirmek istemesindendir. Devlet üretim alanında hiç bir altyapı kurmamış ve insanları doğa şartlarıyla başbaşa bırakmıştır.

    Tarımda ekili alanlar oldukça sınırlıdır. Gerek sulama imkanlarının yetersizliği, gerek teknik alandaki gerilik en büyük engeldir.

    Buğday veya arpanın elde edilmesi zahmetli bir iştir. Ürün elde etmek için uzun bir zaman emek harcamak gereklidir.

     Tarlalarda toplanan ürünler, katırla harmana yığılır. Harmanda (Beder) öküzler veya katırlarla öğütülür. Harman makinasında saman ve tahıl birbirinden ayrılır. Tahıl, değirmende öğütülerek un elde edi­lir. Evde ekmek yapılır. Her evde mutlaka yedek değirmen (Dıstan) bulunur.

    Kımsorlular 1960’lardan sonra, nüfus artması, şartların ağır olması nedeniyle ekmek parasını  büyük şehirlerde, Avrupalar’da aramaya başladılar. Topraktan kopan köylüler, zamanla ücretli işçi durumuna geldiler. Büyük şehirlerdeki yeni yaşam oldukça cazibeli geldi. Kapitalist üretimin bir parçası durumuna gelerek, geçmiş yaşamlarından, ata topraklarından adım adım ayrıldılar. Kendi öz kültürlerinden  ve geleneklerinden uzak kaldılar. Yaşadıkları ortama uygun düşünmeye başladılar. Kapitalist üretimi, feodal üretime tercih ettiler. Kapitalist üretim, her birini, toz parçacıkları gibi bir tarafa savurdu. Modern dünyaya açıldıkça, geçmiş ilişkilerden  kurtulmaya çalıştılar.

   Atalarımız yoksul olmalarına rağmen, kendi topraklarından ayrılmayı hiç bir zaman düşünmediler. Maalesef, daha sonra gelen nesiller, ülkesinden kaçmak için, adeta yarıştılar.Şu an Kımsor’da5-10 hanelik bir aile kaldı.

KÖYDEKİ GÜNLÜK YAŞAM

      Köydeki evler,  çoğunlukla iki katlıdır. Duvarlar taştan ve  kalınlığı 70-80 cm dir. Evler taş, toprak ve ağaçtan yapılmıştır. Üst kattaki  pencereler geniş ve aydınlıktır. Alt katların  pencereleri küçüktür. Her evin önünde bir balkon vardır. Alt katlar davarlar(Nağır) için, ahır olarak kulanılır.  Üst katlar da çardağ, büyük bir oda ve mutfak(kulin) bulunur. Arka tarafta samanlık içindir. Evlerin üstü toprak ve düzdür. Kar yağışlarında evin üstünü temizlemek gerekir, yoksa damlar. Karlar  tahta küreklerle atılır. Her evin üstünde, ağır ve yuvarlak bir taş (loğ) vardır. Toprak damların damlamasını engellemek için loğ yuvarlanır.

    Kış aylarının uzun olması, yaşam koşullarını zorlaştırıyordu.  6-7   metre yüksekliğinde kar yağar. Insanlar ve hayvanlar bir anlamda evde hapis kalırlar. 1985’lere kadar köyde elektrik yoktu. Gaz lambası veya çıra ışığıyla bir ömür geçerdi.

    Nineler ve dedeler kış aylarında torunlarına masallar, fıkralar ve bilmeceler anlatırlardı. Kışın  yaşam durur. Ve herkes uyur.

    Baharla birlikte karlar erir, doğada bir canlılık yaşanır. Insanlar zaman kaybetmemek için dört elle işe sarılırlar.

    Yazlar çok kısadır. Bu kısa zaman içerisinde, senelik ihtiyaçlar karşılanır. Köyde yaşayan herkes, gücü oranında birşeyler yapmak zorundadır.

    Yaşlı kadınlar sabahleyin herkesten  önce  kalkarlar, yayık yayarlar. Yayıkların gümbürtüsüyle köylüler uyanmaya başlar. Nağırlar  (Davar) dışarı çıkarılır.   Inek (manga), dana (goluk), kuzu (berğık) ve gidik (karık) gibi hayvanlarda çocuklar tarafından otlatılır.

    Hayvanlar dışarı çıkarıldıktan sonra, evin içi, ahırlar ve evlerin önleri süpürülür. Toplanan hayvan dışkısı çıplak ayakla karıştırılır ve tezek yapılır. Güneşte kurutulan Tezek, kışın yakılır. Arta kalan hayvanların dışkısı da, sepetle tarlalara götürülür, gübre olarak kullanılır.

    Erkekler geceleyin kalkarlar ve odun toplamaya giderler. Katır veya sırtla yük taşırlardı. Erkekleri olmıyan aileler de, bu işleri kadınlar yaparlar. Bir yük odun getirmek için, en az beş saat zaman gerekli.

    Erkekler büyük şehirlerde para kazanmaya giderler ve izin dönemlerinde köye gelip ailelerine yardımcı olurlardı. Bu nedenlerden

dolayı kadınlar köydeki bütün işleri yapmak zorundalardı. Yaşlı erkekler ve kadınlar köydeki işlerin temel direkleridirler. Çocuklarda ailelerine her alanda yardımcı olurlardı.

    Ilkbahar ve sonbahar da tarlalar sulanır ve ekilir. Yazın ekin toplama zamanıdır. Otlar tırpanla ve orakla biçilir. Köyün içindeki otlakların yanısıra, köy meralarındaki otlar da biçilir.

     Köy meraları Uşkale, Teğkin, Pısıngan, Paye jil oldukça çok uzaktı. Köylüler uykulu gözlerle geceleyin kalkarlardı. Katırın sırtında veya  yaya iki üç saat yol  giderlerdi. 

    Yazın ayrıca çarşıt (kunkor) adında bir bitki biçilirdi. Kunkor acı sütü olan bir bitkidir. Değdiği yeri yakar ve yara yapardı. Kışın ot yeterli olmadığından dolayı hayvanlara yem olarak verilirdi.

   Sonbaharda, Bezik ormanında, dare ile yaprak (çulo) kesilirdi. Kesilen yaprak, köyün yakınlarında istif edilir. Kışın kızaklarla eve getirilir, hayvanlara yem olarak verilirdi.

   Köylüler yazın yaylalara giderlerdi. Yaylalara gidenler daha verimli ürün elde ederlerdi. Kadınlar kışlık erzaklarını yaz boyunca elde etmeğe çalışırdı. Kadınlar, hayvanlardan elde ettikleri yünlerden, zaman buldukça kilim (cazım), çanta  (turuk), halat (herıs), çorap (galık), eldiven ve benzeri şeyleri imal ederlerdi. Kışın evlerin alt katlarında  cazım yaparlardı (Tevn Çede kırın). Cazım için kullanılan iplerin boyanması başlı başına önemli bir yer tutardı. Boyalar çeşitli bitkilerden ve doğal maddelerden elde edilirdi. Bağ ve bahçe işlerine fazla zaman ayırmazlardı.

   Güneşte et, bulgur vs. kuruturlardı. Kışın yemeklerin içine atarlardı.

MERA İHTİLAFI

     Civarik köyü ile  aramızdaki Mera sorunu 1942 yılından beri devam etmektedir. Karar, her defasında Kımsor’luların lehinde çıkmasına rağmen, karşı tarafın itarazları sonucu yeniden mahkeme açılmaktadır.

    Her iki köy dağlık, bir bölgede bulunmaktadır. Köylüler hayvancılıkla uğraşmaktadırlar. Hayvanlar için meralar ve otlak alanlar gereklidir. Hayvancılığın gelişmesi ile eldeki alanlarda daralmaktadır. Aileler ve aşiretler hayvancılık yaptıkları bölgelerde başkalarının girmesini istemezlerdi. Bu durumda mevcut otlakların daralması anlamına gelir. Otlak endişesi aşiretler arası birliği de engeller. Bu noktada köyler veya aşiretler arası kavgalar gündeme gelmektedir. Aşiretler birbirlerinden uzak dururlar. Aralarındaki düşmanlıklar sürüp gider.

    Mera sorunundan çıkarı olan çevreler vardır. Bu çevreler, en başta ağa geçinmeye çalışan kişilerdir.  Ayrıca, mahkemeler, avukatlar, dilekçe yazanlar, şahitler ve bu çelişkilerden yararlanmaya çalışan aşiretler de vardır. Iki köy arasındaki çelişkiler bu egoist çıkarlardan dolayı çözülmemektedir. Her iki köyün, aklı başında kişileri yan yana gelip sorunu çözme yerine, sorunu yabancı güçlere bırakmaktadırlar. Her iki köyün insanları, yaşadığı ülke topraklarını terkederken, bir parça mera için  birbirlerine karşı yıllardır amansız bir  mücadele yürütmektedirler. Bu sorunun uzatılmasını bir anlamda devlette göz yumuyor. Her iki köyün birbiriyle uğraşması, gerçek sorunların çözümsüz kalması anlamına gelmektedir..

    Köy merası için çeşitli unsurlarla konuşmaya, işin özünü sormaya çalıştım. Her iki köyden kişiler, kendilerini haklı göstermeye çalıştılar.         

    Köylülerin kendi aralarındaki çelişkilerin derinleşmesi demek, esas ana sorunlardan uzak durması anlamına gelir. Birbirlerine dayılık yapan köylüler, ulusal çıkarları  için  bu kadar kafa yormazlar. Mera sorunu kangrenleşmiş bir sorun olarak ortada duruyor. Bu sorunu bugüne kadar getirenlerde ortada yok artık. Babadan oğula miras kalan bu sorununun dostça çözülmesi gerekir. Devlette kalırsa  40 yıl daha devam eder.  Bu sorunu devam ettirmek, iki köy için zaman ve para kaybıdır. Düşmanlıkların körüklenmesidir.

     Türkiye’de izlenen politikalar yüzünden, Köylerde hiç kimse kalmadı.  Bir arkadaşın deyimiyle “Köyler artık ayılara ve kurtlara kaldı.” Mera sorununu da herhalde onlar çözecek.

KÜRT SORUNU

     Ulusal sorunu koyarken, Kımsor’u ve Kımsor’luları, yalnız başına bulunduğu ülkeden ve halktan ayrı ele almak, eksik olur.

    Kımsorlular’da, Kürdistan’daki Kürt ulusunun bir parçasıdırlar. Kımsor’un tarihinden öğrendik ki, atalarımız hep bu topraklarda  yaşamışlardır.

    Kımsorlular, Kürt ulusuna mensup olmalarından dolayı, onun özelliklerini taşır. Onun  dilini ve kültürünü sürdürür. Kürtlere karşı yürütülen her politika, aynı zamanda biz Kımsorluları da kapsar.

    İnsan olmanın en önemli kıstası da, sorunları olduğu gibi tahlil etmektir. Bu tahlillere uygun poltik gerçekleri savunmaktır. Insana özgü  bu özellikler inkar edilirse, ırkçılık başlar.

    Kürtler’de dünyadaki her ulus gibi, bir insan topluluğu olarak kendine özgü bir ulustur. Tarih boyu her zaman aynı topraklar üstünde  yaşamışlar.  Ve bu yaşadıkları topraklara da tarihte Kürdistan denilmiştir. Kürdistan, tarihte hep şavaşlara sahne oldu. Savaşlar yüzünden insanlar göç etmek zorunda kaldılar. 

    1639 yılında, Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla Kürdistan Iran ve Osmanlılar arasında bölüşülmüştür. Birinci dünya savaşından sonra Osmanlıların savaşı kaybetmesinden sonra, Anadolu ve Kürdistan emperyalist ülkelerin işgali altına girdi.

    Halklarımız emperyalist savaşa karşı  ayağa kalktılar. Rusyadaki devrim, dünyadaki mazlum halklara bir ışık oldu. Emperyalist devletler gelişen bu olaylar karşısında, halklarımızın mücadelesinden korkarak, Kemalistlerle anlaşmaya gittiler. 1923 yılında Lozan’da pazarlıklar sonucu ülkemiz Kürdistan dört parçaya bölündü. Her bir parçası, başka bir ülkenin denetimine geçti.

    O tarihten sonra Kürdistan’dan bahsetmek yasak oldu. Kürdistanı elinde bulunduran ülkelerden, Kürtleri tamamen yok sayan ülkede Türkiye Cumhurıyeti oldu. Kürt olduğunu söylemek bile suç oldu. Kürdün dili, kültürü yasaklandı. Kürtler dağ Türkü sayıldılar. Binbir inkar politikası geliştirildi. Kürtler tamamen asimile ve katliamlardan geçirildi.

    Ismail Beşikçi Hoca “Kürdistan sömürge bile değil” dediği için kendisine ömür boyu ceza verilmiştir. Sömürge ülkelerde yaşayan uluslar dahi, kendi dilinde ve kültüründe özgür iken, bizler bu

haklardan dahi mahrum bırakılmışız..   

    T.C. nin kurucuları Kürtleri tanımadıkları gibi, onları insan bile kabul etmiyorlar. Hayvanlar dahi kendine özgü sesler çıkardıkları halde, Kürtler hayvandan daha da geri bir konuma sokuldu. Kendini inkar eden Kürt, Türk kabul edilirken, kendini inkar etmeyen Kürde ise imha ve asimilasyon dayatıldı.

    Bu kadar haksızlığa uğramış bir halk, bir ulus elbette ayağa kalkacaktı ve tarihteki haksızlıklardan hesap soracaktı.

    Kürtler, herkesin yapması gerekeni yaptı. Haksızlığa karşı hep isyan ettiler. Dağa çıktılar. Bomba olup patladılar. Ateş olup yandılar. Özgürlüğünü kazanıncaya kadar, diğer halklarla esit haklara sahip oluncaya kadar  yerinde durmayacaklar.

    Hiç bir halk zorunlu kalmadıkça savaşa girmez. Meşru haklar için yürütülen savaşlar, haklı savaşlardır. Bu hakların verilmesini istemiyenler ise haksızdırlar ve haksız bir savaş yürütüyorlar.  Kirli bir savaş yürütüyorlar. Kürtleri yok sayan, onların insani haklarını tanımıyanlar her zaman haksızdırlar.

    Şeyh Said “Biz Kürdüz ve biz Kürtler’de müslümanız “

    Seyid Rıza “Bizimde Kürtlük haklarımız var.”

    Musa Anter “Madem ki kardeşiz, birazda biz Kürtler, Türkleri yönetelim” dedikleri için devlet tarafından infaz edildiler.

    Bu ülkenin Cumhurbaşkanı Demirel Kürtleri kastederek diyor ki “28 kere ayaklandılar. Her seferinde yenildiler. 29’uncu kere de yenilecekler.”

    Demirel sorunu böyle görebilir. Bizim açımızdan yanılıyor. Kürtler geçmişte yenildiyse, iç ve dış şartları oluşmadığı içindir. Daha Kürtler’de yeterli ulus bilinci gelişmemişti. Uluslararası kamuoyu, dönen dolapları tam olarak bilmiyordu.

    Durum şimdi çok daha farklıdır. Kürtler ve Dünya  Kamuoyu yapılan zulmü görmekteler. Kürtler savaşıda, politikayıda öğrendiler. Cin şişeden çıktı, sihir bozuldu. Namuslu dürüst her insan kimin haklı kimin haksız olduğunu görmektedir. Kürt ve Türk halkının kardeşliğini ve dostluğunu isteyenler, var olan gerçekleri görmek zorundadırlar.  Haksız olanlara karşı birlikte tavır almalıyız. Dünyada haklı savaşlar yürüten Vietnamlıları, Filistinlileri, güney Afrika’lıları  v.s desteklemedik mi? Peki; Kürtlere gelince niçin herkes sağırları oynuyor? Bu dünyada Kürtlerden daha mazlum bir halk var mıdır?

     Türk devleti, kendini inkar eden, kendi halkına ihanet eden Kürdü, Kürt görüyor. Onlara mevki veriyor, onlara imkan tanıyor.  Örneğin;

Sedat Bucaklar, Kâmuran Inanlar, Hikmet Çetinler, Ismet Sezginler v.s. Türkiye dışındaki ülkelerde yaşayan Kürtlerden Barzanileri, Talabanileri ve diğer ülkelerdeki Kürtleri tanıyor, Türkiye’de yaşayan Kürdü niçin tanımıyor? Madem ki Kürtler yoktur, dünyanın hiç bir yerinde Kürt kabul edilmez. Kürtlerin insani taleplerini savunanlar cezaevine atılıyor, terörist diye öldürülüyor. Yerinden yurdundan ediliyor. Fakat Kürtlüğünü inkar edenlere de bütün imkanlar sunuluyor. Bu kadar yalan ve inkar  politika yapılır mı?

    Bir başka ulusu ezen bir ulus, kendisi de özgür bir ulus olamaz. Bu görüş  bilim adamlarının ortaya koyduğu gerçeklerdir. Türkiye, Kürtlere zulüm etmeğe devam ederse dünyada hiç bir zaman saygınlığı olan bir devlet olamaz. Bu haksızlığa karşı çıkan namuslu, dürüst, yurtsever ve devrimci Türkler de vardır. Ne yazık ki bu insanlar bugün Türkiye’de yönetimde değildir. Türkiye’yi yönetenler özel savaş yanlılarıdır. Türkiye böyle yöneticilerin yüzünden çok kan kaybetmektedir.

    Tüm yurtseverler, devrimciler, namuslu her vatandaş, Kürt, Türk, bütün halklar, varolan bu haksızlıklardan kurtulmak için omuz omuza vermeli,  demokratik ve barışçıl bir düzen  için mücadele etmelidirler. Çete anlayışlarından kurtulmadıkça, halklar arasında eşitlik ve  kardeşlik sağlanamıyacak ve  yara kanamaya devam edecektir.

KIMSOR’LULARDA ULUSAL DUYGULAR

     Kımsor köyü, kurulduğundan beri bir çok zorluklarla karşı karşıya kaldı. Köye ilk yerleşenlerin hiç bir imkânları yoktu. Doğa şartlarına karşı çıplak ellerle  mücadele etmek zorundaydılar. Büyük çabalar sonucu aşağı Kımsor üretimde oldukça gelişti. Bu durumu çekemeyen aşiretler saldırılarını yoğunlaştırdılar. Aşiretler, Kımsorluların o bölgede yerleşmelerini kabul edemiyorlardı. Asağı Kımsor aşiretlerin saldırıları sonucu dağıldı. Kımsor’lular daha sonra mahkeme yoluyla aşağı Kımsoru geri aldılar.

   Dersim isyanına kadar aşiretler Kımsorluları sürekli baskı altında tuttular. Memik ağa adında bir ağa, köye gelir zorla insanlardan davar, eşya v.s. alırmış. Kımsorlular zayıf ve yalnız olduklarından herşeye boyun eğmişler. Kendi aralarında güçlü  dayanışma da yoktu. 

    Hayvancılıkla uğraşan toplumlarda, kapalı bir  ekonomi biçimi vardır. Her aile yapısı da bu ekonomiye uygunluk arzeder.  Her ailenin kendisine ait bir toprak parçası vardır. O alanda dilediğini yapmaktadır. Her aile kendi bencil çıkarlarını, öteki aile veya aşiretlerin  çıkarlarından  üstün görür. Bu düşünce  aynı zamanda egoisminde ana kaynağıdır. Paylaşımcı, dayanışmacı duygulardan çok   bireyci, çıkarcı duygular ağır basar..

    Kımsorlu’lar da, her köylünün gösterdiği özelliklere sahiptiler. Köyümüzde  bey, ağa takımı olmamasına rağmen, feodal ilişkilerdeki rekabet her zaman devam etmekteydi. Köylüler, köylü kurnazlığıyla işlerini yürütürlerdi. Böyle bir yapıda ulusal düşüncelerin gelişmesi beklenilmezdi.

    Ulusal düşüncelerden  ziyade, aile veya bireysel düşünceler hakimdi. Her aile, herşeyden önce kendi çıkarlarını, kendi küçük dünyalarını  düşünür.

    Kımsorlular aşiret baskılarından kaçarken, devletin himayesine girdiler. Kendilerini ancak  böyle koruyacaklarını sandılar. Bu durumdan yararlanan devlet, bazı Kımsorluları Ermeni  olaylarında kullandı. Köydeki Yaşlılar, bu olayları  anlatırlardı.

    1937-1938 yıllarında, Dersim’deki halk hükümete karşı ayaklandı. Aşiretler kendi aralarında kavgalı olduklarından, devlete karşı birleşemediler. Devlet aşiretler arasındaki çelişkilerden yararlanarak, bazı aşiretleri yanına çekti. Bazılarını tarafsızlaştırdı. Bunları birbirlerine karşı kullanarak isyanı bastırdı. Isyanda atmış bin insan  katledildi. Kalanlarda sürgün veya asimile edildi. Isyanın önderi Seyid Rıza,  oğlu ve arkadaşları idam edildiler.

    Devlet güçleri, yakın komşu köyü Civarik’ten 54 kişiyi Ramazan deresinde kurşuna dizip yaktılar. Bertal Efendi öldürüldü. Köyün  ileri gelenleri Türkiye’nin batısına sürgün edildiler.  

    Kımsorlular, Dersim isyanında yer almadılar. Aşiretlerin talan ve zulmünden bıkmış Kımsorlular, kendi içlerine kapanmışlardı.  Olayların gelişiminden habersizdiler.

    Kımsor’lular isyan da yer almamalarına rağmen, devletin kendilerine herhangi bir ayrıcalığı olmamıştır. Üvey evlat statüsünü korumuştur.

    1950’lerden sonra, Kımsorlular ekonomik güçsüzlüklerden dolayı gurbet yollarına düştüler. Büyük şehirlerde kapitalist ilişkileri tanımaya başladılar. Feodal üretimdeki zorluklardan kurtulmak için gurbetçiliği benimsediler. Paranın önemi arttı. Kapitalist üretim ilişkileri feodal ilişkilere tercih edildi. Gurbette yaşayan Kımsorlular yeni çevre ve ilişkilerin içine girdiler.Çocuklarını okullara gönderdiler. Eğitim ve kültür düzeyi gelişen Kımsorlular düşünmeye başladılar.

     Kımsor’da ulusal düşüncelerin esas olarak ortaya çıkısı, okularda okuyan gençlerle başladı. Aydınlanan kafalar, neden ve niçin bu durumda olduklarını sorgulamaya başladılar. Bu haksızlıklara karşı mücadelede  yerini aldılar.  Bizim yöreden, Cıvarikli Sait Kırmızıtoprak ve Kımsorlu K.Yıldız, V. Alaca, Y. Ceylan gibi gençler yüksek okullara girdiler.

     1960’lardan sonra, Türkiye’de demokratik fikirler tartışılmaya başlandı. Kuzey Irak’taki Kürtlerin mücadelesi, Kürt ve Kürdistan’la ilgili düşüncelerinde gelişmesine hizmet etti.

     Sait Kırmızıtoprak Türkiye’deki Kürtlerin arasında, önder konumunda biriydi. Türkiye  Kürdistan Demokrat Parti’sinde olumlu görevler üstlendi. Daha önce 49’lar olayında yattı. Kuzey Iraktaki Kürtlerin mücadelesinden etkilenmişti. 1965 yılında Kuzey Iraktaki Kürtlerin yanına gitti.  Karanlık güçler kuzey Irakta TKDP’nin  başkanı Dr Elçi’yi öldürdüler.  Bu öldürme olayını Sait Kırmızıtoprağın üzerine attılar. Kuzey Irak’ta tutuklanan  Dr Şıvan ve arkadaşı Brusk, hukuk dışı kurallarla öldürüldüler.

     Kımsorlu K. Yıldız, Şıvan’ın  yakın arkadaşı ve Kımsor’da ilk defa ulusal ve sosyalist fikirlere sempati duyan kişiydi. Düşüncelerinden dolayı, yurt dışında göçmen olarak yaşamak zorunda kaldı. Kımsor’lulardan uzak kalmasına rağmen, halkının mücadelesine bağlı kaldı.  

     Kımsorlu Y. Ceylan ilerici düşüncelerden dolayı ordudan atıldı. Kımsorlu V. Alaca da, bulunduğu alanlarda demokrasi kavgasına omuz verdiği için hedef durumuna geldi ve ülkeden ayrılmak zorunda kaldı..  

     1970’lerden sonra, okullarda okuyan Kımsorlu gençler, coşkulu bir ruhla, devrimci mücadelede yer aldılar. Emekçi Kımsor’lular ilk defa politik arenada yer aldılar. Okullarda, fabrikalarda ve gecekondularda işçi ve emekçilerle dayanışma içine girdiler. Türkiye’deki toplumsal sorunlara kafa yordular. Bu dönemde mücadelede önder arkadaşlar çıktı. Devrimci ve sosyalist kültür geliştikçe, haksızlıklara karşı mücadele de gelişti.  

     1980’lere gelince, egemen güçler, gelişmekte olan tehlikeyi sezdiler. Askeri cunta Türkiye’de yönetime el koydu. Halklarımıza karşı topyekün saldırıya  geçti.

     1980’lerden sonra Köyümüz de Askerlerden nasibini aldı. Köye giden askerler herkesi meydana topladılar, gençleri tek tek dayaktan

geçirdiler. Köylülere  gözdağı vererek psikolojik bir baskı uyguladılar.

Köylülerin elindeki kırık, dökük silahları topladılar. Işin ilginç yanı, askerler köyde kimlerde, ne kadar silah olduğunu önceden bilmektedirler. Hata dedelerden kalan eski silahların, kimlerde  olduklarını bilmektedirler.

    1980’lerden sonra uygulanan baskılar sonucu, halkımızın yaşamı tamamen değişti.  Ülkede süren savaş, kapalı köy ekonomisini alt üst etti. Köylüler  yaşadıkları toprakları  terketmek zorunda kaldılar.

    Kımsorluların büyük çoğunluğu evini, tarlasını bırakıp, büyük şehirlere gittiler. Ev park sahibi oldular. Kendilerine yeni bir düzen kurdular. Köyde kapalı olan aile düzenleri parçalandı. Şehirlerde hamal ve isçileştiler. Adım adım toplumsal yaşamda yer almaya başladılar.  Kimi aileler bulundukları yerlerde asimile oldu. Kimi aileler de eski yaşamı yeniden kurmayı hayal etti.

    Metropollerde yaşayan  kişiler, şehirlerde ev, bark sahibi oldular. Yaşam biçimleri de değişti. Bunların  ülkeye dönüşleri de zorlaştı.

    Biz Kürtlerin konumunu bir fıkra ile anlatmaya çalışıyım.

    „Günün birinde, Pir‘in biri talibinde misafir olur. Akşamleyin ken­di­sine ziyafet olarak  Şir (Saç altında pişmiş ekmeğin, ayranla hamur haline getirildikten sonra, tereyağı dökülerek yenilir. Önemli bir Kürt ye­meğidir.) ikram edilir. Pir‘e en güzel misafirperverlik gösterilir.

    Talibin kapısında azgın bir köpek vardır. Kimseye  aman tanımıyor.

Geceleyin Pir çok sıkışmış. Köydeki evlerde tuvalet olmadığı için, dışarıya çıkması lazım. Fakat Pir, azgın köpeğin korkusundan dışarıya çıkmaya cesaret edememiş.

   Talibin altı aylık bebeği, beşikte yatıyormuş. Pir bakar ki çaresi yok. Beşikteki bebeğin bezlerini açar ve bezlerin içini  doldurur. Bezleri tekrar çocuğun altına bağlar ve gider yatağında mışıl mışıl uyur.

    Bebek altındaki pislikten dolayı, patlarcasına ağlamaya başlar. Çocuğun ağlamasından,  babası uyanır ve karısına seslenir. „hanım, hanım,  hele kalk. Bu çocuğa bir bak. Neden  acı, acı  ağlıyor.“

   Çocuğun annesi kalkar, beşiğin yanına gider ve bebeği kucağına alır. Anne : „tey, tey senin böyle huyların yoktu. Ne oldu sana böyle“ „ Töbe, töbe bebek  niye bu kadar ağırlaşmış“ kendi kendine söylenir.  Bebeğin bezlerini açar ve görür ki bebeğin altında bir sepet pislik var. Hemen kocasına seslenir. „Merik, merik ere rabe. Va çı hikmete.“ (Be adam hele kalk, bu ne hikmettir.) der.

Koca: „Ne diyorsun be hanım“

Kadın  :„ Kalk çocuğun altına bak, vi lauka guki ha nakırınu.“

              ( Bu çocuk böylesine bir bok yapmamıştı)

    Adam kalkar, gider bakar ve hayretler içinde kalır. Ve karısına der ki: „ Çocuğun altını bağla, yarın sabah Pir‘e söyliyelim bir ip’e baksın.“

    Pir, yatakta uyanıktır. Konuşulanları dinlemektedir.

    Sabahleyin Pir’e kahvaltı hazırlarlar. Kahvaltıdan sonra, Pir gitmek üzere iken, tâlip Pir‘e olan bitenleri anlatır. Kadın Pir‘in elini öper. „Pirim hele bir Ip’e bak. Senin kerametin var“ der. Pir eline Ip’i alır. Bir sağa , bir sola çevirir. Düşünür, durur ve konuşur. „Anacığım, sizin kapıda bir siyah köpek var. Bu siyah köpek kapıda olduğu müd­detçe, bu çocuk bu nedenden dolayı böyle bir bok yapar. Sizin bu köpeği kapınızdan defetmeniz gerekir. Ne zaman ki siz bu siyah köpeği kapınızdan kovarsanız, bu çocuk böyle bir bok yapmaz.“

    Tâlip, bunun üzerine kırma tüfeğini alır. Kapıdaki siyah köpeği vurup öldürür.“

    Bu fıkradan da anlaşıldığı gibi bizler yıllarca bibirimizle uğraştık.

    Peki, bu tarihi nasıl geri çevirebiliriz? Bu Konu başlı başına bir konudur.

KIMSOR’LULARIN GELECEKTEKİ KONUMLARI

     Biz Kımsorlu Kürtler yaşadımız topraklarda, çevremizde olup bitenlerden hep uzak durduk. Kendi içimize kapanık kaldık. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” misali herkesle iyi geçinmeye çalıştık. Kendi halkımızdan çok, devlete güven duyduk. Tüm bunlara rağmen devlet, hiç bir sorunumuza dostça yaklaşmadı. Varolan sorunlarımız daha da ağırlaştı. Yaşam mücadelesi zorlaştıkça, çareyi yerimizi, yurdumuzu terketmekte bulduk. Bölge insanları devlet tarafından katliamla, göçle zoraki olarak topraklarından göçertildi. Hiç kimse isteyerek vatanını terketmedi. Hepimizde aynı bilinçli yürütülen soykırım poltikalarının kurbanlarıyız. Devlete göre, en iyi Kürt kendini inkar eden Kürt’tür. Biz Kımsor’lular da kendimizden ne kadar uzak durduysak, devlet bizleri o kadar çok sevdi. Yaşlılarımız geçmişte olup bitenlerden uzak durdukları  için, “devlet bize karışmamış” diyorlar. Belki bu doğru olabilir. Fiziki olarak yönelmemiş olsa da, başka bir asimilasyon politikasıyla bizleri özümüzden, halkımızdan koparmıştır. Bu durum ölümden daha da beterdir.

    Sorunlardan bu kadar uzak duran bizler, Batıya, Avrupaya savrulduktan sonra kendimizi  tanıyabilirmiyiz?  Sanıyorum bu çok daha zor olur. Her şeyden önce yaşadığımız alanlarda, kendi kültürlerimizi yaşayamıyoruz. Bulunduğumuz yöredeki  gerici, ırkçı düşüncelerin, kültürlerin çemberindeyiz. Kendimizi ifade edecek olanaklar yok denecek kadar azdır.  Ister istemez çok daha rahat asimile olmaktayız.

    Belki bazılarımız maddi olarak zengin olduk ve  güzel bir yaşam sürdürüyoruz. Bulunduğumuz yerlerde rahat yaşıyoruz..  Ve orda ki şartlara da ayak uydurmuşuz. Fakat nerden geldiğimizi ve ne olduğumuzu unutmuşuz. Çocuklarımız, gün gelecek ki nereye ait olduğunu bilmeyecekler ve  seralarda yetişen  tadı tuzu olmayan bitkiler gibi yetişeceklerdir. Sermaye sisteminde, emeğimizi satan köleler olarak kalacağız. Her geçen gün insancıl duygularımızdan kopacağız.

    Yıllarca suyunu içtiğimiz, ekmeğini yediğimiz, havasını soluduğu­muz topraklardan koparak yaban ellerde parça parça eriyip yok ola­cağız. Yurtsuz, kökensiz, sevgisiz kalmış insanlar gibi ölümü bekleye­ceğiz.

    Gün geçtikçe Kımsor’luluktan, Kürt olmaktan uzaklaşıyoruz. Ülke vatan sevgisi denen kavramları  unutuyoruz. Atalarımızın yattıkları bin yıllık topraklardan, Merğa Kumsurdan belki hiç haberimiz olmıyacaktır. Herbirimiz, ayrı ayrı yerlerde olacağız ve birbirlerimizi tanıyamayacağız. Bizleri bu duruma getiren düzen sahipleri istediklerini başarmışlardır.

    Bu durumu tersine çevirmek istiyorsak, kendimizi ve ülkemizi tanımalıyız. Yönümüzü  Kumsura, halkımıza, ülkemize ve özgürlüğe  çevirmeliyiz. Bu anlayışla ancak insan olduğumuzu hatırlarız.

    Ismail Beşikçi Hoca, 20. yüzyılda yaşamış ünlü Kürt ozanı Cigerhun’un Hayat şehri isimli eserinden, soruna nasıl bir  çözüm önerdiğini bize söyle aktarıyor:

   “Hoyrat, at sırtından inmeyen, dağdan dağa at süren, fiyaka yapan, etrafındakilerin dikkatini çekmek için binbir türlü gösteri icad eden bir genç var. Yaşamında kimseye karşı bir sorumluluk duymuyor. Yaşayıp gidiyor. Delikanlı bir serüven yaşarken bir gün dağların arasında, çok perişan durumda olan yaşlı bir kadınla karşılaşıyor. Kadın düşmanların elinde esirdir. Ellerinden, ayaklarından zincirlerle  bağlanmıştır. Çirkinleşmiştir. Çok büyük bir azap ve ızdırap içindedir. Pek çok düşmanı vardır. Delikanlı kadının bu haline çok üzülür. Ona doğru yaklaşmak ve kim olduğunu, neden bu hallere düştüğünü sormak ister.

    Delikanlı ihtiyar kadına doğru yaklaşırken kadın gençleşmeye ve güzeleşmeye başlar. Bir mutluluk yaşar. Fakat kadını esir tutanlar, delikanlının ona yaklaşmasına katiyen izin vermezler. Delikanlıyı kadından uzak tutmak için büyük çaba harcarlar. Bu sırada kadının vücudunda büyük sarsılmalar olur. Kasılır. Vücudunun bazı organlarında patlamalar, çatlamalar olur. Kadını esir tutanlar onu daha çok hırpalamaya başlarlar. Kadın yine ihtiyarlaşır, çirkinleşir.

     Delikanlı olayın arkasını bırakmaz. Ihtiyar kadının kim olduğunu, neden bu hallere düştüğünü muhakak öğrenecektir. Her türlü önlemlere, nöbetçilere rağmen,  gizli yollar kullanarak ona ulaşır. Kim olduğunu öğrenir.

    Öğrenir ki kadın anasıdır. O anda, delikanlının zihninde şimşek gibi bir düşünce oluşur. Onun da bir anası  olmalıdır. Fakat anası olduğunu şimdiye kadar hiç düşünmemiştir. Anası nerdedir, nasıldır, hiç

düşünmemiştir. Bu ilgisizliğe karşı hayretler içinde kalır. Derin derin düşünür. Anasını, kendisini, kardeşlerinin olup olmadığını şimdiye kadar neden hiç düşünmemiştir? Düşündükçe ne kadar büyük zorluklar içinde olduğunu farkeder.

    Delikanlı; ihtiyar, perişan, zincirlerle bağlanmış anasını bu zor durumdan kurtarmaya karar verir. Artık becerilerini fiyaka için kullanmayacaktır. Başkaları için kılıç salamıyacaktır. Bütün gücünü anasını kurtarmak için harcayacaktır. Sık sık anasıyla buluşur. Buluşmanın yollarını arar, bulur. Bu buluşmalarda başka kardeşleri olduğunu öğrenir.

    Delikanlının, Ağa, Şıh, Aşır, Bajari, Hakim, Rençber adında kardeşleri vardır. Bunları aramaya çıkar. Birer, birer arar, bulur. Analarının vaziyetinin çok kötü olduğunu, kurtarmak gerektiğini anlatır. Ağa, Şıh, Aşır, Bajari, Hakim analarının varlığından bile haberdar değildirler. Şimdiye kadar bir analarının var  olduğunu bile  düşünmemişlerdir. Analarının olup olmadığı hiç ilgilendirmemiştir. Kendi hayatlarını yaşamaktadırlar. Zengindirler. Mutludurlar. Zevk ve sefa içindedirler. Analarını esir edenlerle, analarını zincirlere bağlayanlarla birliktedirler. Delikanlıyı da kardeşliğe kabul etmezler. Böyle bir kardeşin varlığından da haberdar değildirler. Ayrıca bu kardeşler birbirlerinden  de haberdar değildirler. Hepsi de birbirlerini suçlamaktadırlar.

    Delikanlı kardeşlerinin bu vurdum duymazlığı ve sorumsuzluğu karşısında büyük bir üzüntüye ve hüzüne kapılır. Fakat analarını kurtarma yönünde onlardan herhangi bir yardım alamayacağını da öğrenir. En son olarak  öteki kardeşi Rençber’e gider. Rençber son derece yoksul bir kişidir. Toprakla karasabanla uğrasıp durmaktadır. Hayattan  hiçbir beklentisi yoktur. Ve çok ahmak bir kişidir. Kafası taş gibi kalındır. Kafasına birşey girmemektedir. Konuşulanları anlamamaktadır.

     Fakat delikanlı anasını kurtarmaya kararlıdır. Ve bu konuda, çok olumsuz koşullar içinde olmasına rağmen, kendisine ancak, Rençber’in yardım edebileceğini düşünür. Rençberle ilişkisini hiç kesmez. Sonra anlaşılır ki, Rençber, hiç göründüğü kadar ahmak değildir. Küskündür ve hüzünlüdür. Anasından ve öteki kardeşlerinden de haberdardır. Öteki kardeşlerinden birer birer söz eder. Kendisini onların yoksul bıraktığını anlatır. Kendisine yapılan haksızlıkları sıralar.”

    Ülkemizin topraklarında yaşamak hepimizin arzusu olmalıdır. Bugüne kadar öylesine bir düşünceyle yoğrulduk ki, hepimiz ana topraklarından kaçmak için, adeta yarıştık. Nedenlerini öğrenmek için kafa yormadık. Ülkemizde olan bitenlere, özgürlük çığlıklarına kulak vermedik. Eğer şimdiye kadar düşündüklerimizin tersini düşünürsek, çocuklarımıza yakışır atalar olarak tarihte yerimizi almış olacağız. Bir Atasözü vardır. “Bülbülü altın kafese koymuşlar, genede ah vatanım  demiş”

    Dünyanın neresinde olursak olalım, yalnız başımıza da olsak, yurt ve insan sevgimizi unutmadan, geçmişimize bağlı kalarak, ülkemiz için neler yapabiliriz düşüncesini geliştirmeliyiz. Çocuklarımıza bu duyguları  aşılamalıyız.

    Aksi takdirde dünya toplumunda insanca bir yerimiz olmayacak ve tarihte silinip gideceğiz.

    Güzel günler, güneşli günler   ancak  ülkemizin topraklarında özgür olduğumuzda  göreceğiz. 

BİR KIMSOR’LU GÖÇMENİN HİKAYESİ

    Köyümüz Kımsor‘da 1944 yılında okulun açılmasıyla, dışa gelişi­min penceresi de açıldı. Kımsor’lular artık kendilerini bu kapalı köy yaşantısından kurtarmak için yollar aradılar.

    1946 yılında köylümüz R. Yıldız, kendi hayatını ve dolaylı olarak çocuklarının geleceğini belirlemek üzere radikal bir çıkışla köyle ilişkilerini kopardı. Devlet Demir yollarında bulduğu işle, ailece Ma­latya’ya göç etti. Onun esas şiarı çocuklarını okutmaktı. Dokuz, iki ve bir yaşlarında üç oğlu vardı. Bir tek kelime Türkçe bilmeyen, şehir denilen nesneyi, hayalinde bile tasarlama düzeyinde olmayan, fakat şimdi somut şehir gerçeği ile karşı karşıya olan hanımı, bu zorlukların altında nasıl kalkacaktı. Her şeye rağmen aile bütün zorlukları yen­meyi başardı.

    R. Yıldız‘ın  en büyük oğlu Kazım Yıldız‘dan bahsetmek istiyorum.

    Kazım, çocuk yaşta köyünü terketmişti. Gurbet ellerde yaşam kav­gasını sürdürürken, köyünü ve insanlarını hiç unutmamıştı. Kendisini bügüne kadar hiç görmediğim halde, köy ile ilgili bir kitap yazacağımı söylediğimde, çocuklar kadar heyecanlandı. Telefonla birbirimizi tanımaya çalıştık. Politik bir geçmişi olan, bu saygı değer abinin gö­çmen yaşamına kısa da olsa değinmek istedim.

    Kazım Ilkokulu 3. üncü sınıfa kadar köyde okudu. Babası       Malatya‘ya gittikten sonra, Malatya Fırat Ilkokulunun dördüncü sınıfına kaydını yaptırdı. Köyde oğlakların peşinden koşan Kazım, yarım yamalak öğrendiği  Türkçeyi de unutmuştu. Hafize Ulak adında bir bayan öğretmen kendisini sorguya çekmiş, yeterince Türkçe konuşa­madığını anlayınca, sınıftan dışarı çıkartmıştı. Iki-üç ders böyle devam etti. Sonra okulun Başöğretmeni durumu öğrenince, müdahale ettmiş. Senenin ortasına kadar ancak ortama alıştı. Dersteki başarılarından dolayı, ayrıca arkadaşlarının baskısına, hakeretlerine ve kavgalarına maaruz kalıyordu. Beşinci sınıfta ancak kendisini  kabul ettirebildi. Ilkokuldan sonra Malatya orta okuluna kaydını yaptırdı. Babası kaza sonucu, elini kaybetti. Malatya da ortaokulu bitirmeden, Tunceli’ye  döndü. Son sınıfı orda okudu. Baba, Tunceli’nde bügüne kadar süren ticaret hayatına adım atmış oldu. Lise tahsilini Elazığ’da tamamladı. Yüksek öğrenime Istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydını yaptırdı. Mali ve daha başka sorunlar nedeniyle, öğrenimini bırakmak zorunda kaldı. Üniversite döneminde öğrenci örgütlerinde çalıştı. Kazım emekçi kökenden gelen biri olarak, sosyal kelimesinin bulunduğu her yerde görev aldı, haksızlıklara karşı mücadele etti. Ortaokul yıllarında Demokrat partiye aşırı bir sempatisi vardı. 1950-1954 yılları arasında, bu partiye gücü oranında katkıda bulunmaya çalıştı. Zira yılların CHP‘ sinin zorba ve baskıcı tutumları insanları  yeniliğe yöneltiyordu. Zaman akışı içinde DP normal demokratik yollardan sapınca, karşı seçenek olan CHP de yeniden buluştu.  Bu süreç bilhassa, üniversite yıllarında kendini gösterdi. 1960 yılının 28 Nisanında öğrenci hareketleri doruk noktasına vardı. 1960 yılında askerlerin yönetime el koymasıyla ortalık yatıştı.

     27 mayıs 1960 askeri hareketi, üniversitedeki profesörlere sosyal içerikli bir anayasa hazırlattı. Bu anayasa da  bazı demokratik hak ve özgürlükler tanınmıştı. Yıllarca yer altında çalışmak zorunda kalan solcular açık çalışma imkanları buldular. Genç insanlarda bu kar­gaşada, yarım yamalak politik birikimleriyle, mevcut siyasi yelpazede yerini alıyordu. Kırsal kesimden gelen gençlerde, kendilerine uygun düşen siyasal örgütte çalışmak veya en azından dayanışmada bulun­mak suretiyle yerini alıyorlardı.

       Anayasanın sağladığı olanakla, o sıralarda 12 sendikacı TIP Tür­kiye Işçi Partisini kurdu. Kısa adı TIP olan bu partiye bir çok aydın katıldı. TIP Kozmopolitik bir görünüm arz ediyordu. Her çeşit görüş kendisini ifade edebiliyordu. Marksistler, Aleviler, Kürtler v.s. birlikte çalışma ortamı bulabiliyordu. Bu durum bilinçli seçmeden çok, çağın aktuel seçeneği olan sosyalizmden geliyordu.  Partide yer alanlar sosyalizmi yeterince tanımamış, okumamış ve yorumlama olanaklarından yoksundu. Gençlik karşı karşıya geldiği sosyalizme büyük bir sempati duymaya başladı. Sosyalizm ile ilgili kitaplar furya gibi çıkıyordu. Herkes kendisine göre sosyalizmi yorumlamaya başlıyordu.

    Türkiye’deki durumu iyi değerlendiren ilerici güçler toparlanmaya başladılar. Sol hareketler dünyayı tanımaya başladılar.

    Kazım, 1960-1962 yılları arasında, Izmir’de askerliğini öğretmen olarak yaptı. Istanbul’a döndükten sonra tahsile devam imkanını bulamadı. Her ilerici insan gibi o da bu mücadelede yerini aldı. 1965 yılında Türkiye’den ayrılıp,  Almanya‘ya yerleşti. Orda emekçi olarak

yaşamını devam ettirirken, politik inançlarından vazgeçmedi.

    Köylülerinden uzak kalmasına rağmen nerden geldiğini hiç unutmadı. Yüreği ve fikirleri  bizlere her zaman yakındı.

    Kısa da olsa bu değerli yurtseveri tanıtmaya çalıştım. Özgür bir ortamda birlikte olma dileği ile kendisine can sağlığı temmeni eder­ken, onun sözleriyle yazımı  noktalıyorum.

   „Elbetteki sosyalizmi sevmemizin en önemli ilkelerinden biride, bu sistemde insanların insanca yaşadığını, herkesin topluma yaptığı katkı ve emek ölçüsünde yararlandığını, orda yaşayan halkların ve etnik azınlıkların özgürce haklarını kulandıklarını, açıkçası her türlü sömürü, baskı ve zorbanın ortadan kalktığı bir düzen olmasından dolayıdır. Hala bu güzel ideal, uluslararası olumsuzluklara rağmen, sosyalizmin bütün gücüyle yaşayacağını ve insanlığın ümidi olarak dünyayı kucaklıyacağına olan inancım tamdır. Türkiye’dede işçi sınıfının bunu başaracağına inanıyorum.  Kurtuluşumuz sosyalizmdir. Kürt halkının kurtuluşuda Kürt-Türk halklarının kardeşliğinden       ge­çmektedir. Hepimiz bu hamuru yoğurarak, eşit konumlarda, birbirleri­nin haklarına saygılı, yanyana kardeşçe bir yaşam kurmak ve halkımıza, çocuklarımıza ve ülkemize karşı olan en kutsal  görevi­mizdir. Bunu çağdaş verileri ve koşulları göz önünde tutarak başara­cağız. Ne kapitalizmin çeşitli isimler altında tamiri, nede küreselleşme denilen sistemde sorunlar çözülür. Tarihin tekerleği geri döndürüle­mez. Diyarbakır’da, Rio’de Janerioda, Meksiko Citide, Kalkuta, Lahor, Moskova ve en tajik olanı Nevyork’ta Saint-Broklayn çöplüklerinde yaşamlarını arayanlar, çağımıza damgasını vuracaklardır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın."

                                                                                 D.Taskıran

 

Zum Seitenanfang